SON DAKİKA

#Barış

HABER DEĞER - Barış haberleri, son dakika gelişmeleri, detaylı bilgiler ve tüm gelişmeler, Barış haber sayfasında canlı gelişmelere ulaşabilirsiniz.

“Ege’yi füzelerle kapatacağız” çıkışına Ankara’dan yanıt Haber

“Ege’yi füzelerle kapatacağız” çıkışına Ankara’dan yanıt

MSB: Türkiye toplumuna yönelen her tehdit bertaraf edilir Yunanistan Savunma Bakanı Nikos Dendias’ın “Ege’yi seyyar füzelerle kapatacağız” sözlerine Ankara’dan net mesaj geldi. Milli Savunma Bakanlığı, Türkiye toplumuna yönelebilecek her türlü tehdidin “güç ve kararlılıkla” bertaraf edileceğini açıkladı. Gerilimi tırmandıran sözlere resmî yanıt geldi MSB Sözcüsü Tuğamiral Zeki Aktürk, haftalık basın bilgilendirme toplantısında yaptığı açıklamada, Yunanistanlı yetkililerin uluslararası anlaşmalara aykırı ve gerilim artırıcı beyanlarının iki ülke ilişkilerine zarar verdiğini vurguladı. Aktürk, “Ege Denizi’nin barış ve istikrar bölgesi olması Türkiye’nin temel önceliğidir” diyerek Ankara’nın yapıcı duruşunu yineledi. “Ege denizi karadan kapatılamaz” vurgusu öne çıktı Dendias’ın “Ege’yi yüzlerce adaya dağıtılmış seyyar füzelerle kapatacağız” ifadesine dolaylı göndermede bulunan Aktürk, gerçeklerden kopuk ve hayalci açıklamaların sahadaki dengeleri değiştirmeyeceğinin altını çizdi. Aktürk, Türkiye’nin kimseye tehdit olmadığını ancak ülkeye yönelen her kalkışmaya karşı hazır olduğunun altını çizdi. Türkiye, diyaloğa açık ama savunmada kararlı Açıklamalarda, Türkiye’nin komşuluk ilişkilerinde diyaloğu öncelediği, gerilimi tırmandırmak yerine kalıcı istikrarı savunduğu vurgulandı. Ancak Ankara’nın, Ege’de ya da başka bir bölgede güvenliği tehdit eden her adımı da yakından izlediği ve gerektiğinde karşılık verecek kapasiteye sahip olduğu ifade edildi. “Hedef alan girişimler sonuçsuz kalır” mesajı verildi MSB Sözcüsü, Türkiye’yi hedef alan her türlü girişimin geçmişte olduğu gibi bugün de sonuçsuz kalacağını belirterek, caydırıcılık mesajını açık biçimde dile getirdi. Açıklama, Ege’de tansiyonun yükseltilmesinin değil, ortak güvenliğin güçlendirilmesinin bölge halklarının yararına olduğu vurgusuyla tamamlandı

Ayhan Bilgen: Ukrayna feda edildi, Karadeniz savaş gölüne dönüşmemeli! Haber

Ayhan Bilgen: Ukrayna feda edildi, Karadeniz savaş gölüne dönüşmemeli!

Türkiye’nin savunma sanayisindeki hamlesi, caydırıcılık ve bağımsız dış politika için kritik Programda önce Türkiye’nin savunma sanayisindeki dönüşümünü değerlendiren Ayhan Bilgen, güçlü bir savunma kapasitesi olmadan ne bağımsız dış politikanın ne de gerçek anlamda barışın mümkün olmadığını vurguladı. Savunma kapasitesi ile barış arasındaki ilişkiyi, sıkça atıf yapılan bir sözle hatırlattı: Ayhan Bilgen: “İstiyorsan sulh, salah; hazır ol cenge. Kimse silahı kullanma iştiyakıyla hareket etmez ama savunma sanayiniz olmadan güvenliğinizi, barışınızı, caydırıcılığı ve bağımsız dış politikayı tesis etmek imkânsız.” Bilgen, Almanya ve Japonya örneği üzerinden “ekonomik güç–siyasi özneleşme” dengesizliğine dikkat çekerek, savunma alanındaki dışa bağımlılığın siyasi iradeyi sınırladığını söyledi: Ayhan Bilgen: “Ekonomik olarak çok güçlü olabilirsiniz ama savunma politikanız başka bir ülkeye angaje ise dünyadaki gücünüze denk bir özne olamıyorsunuz. Bağımlılığı ne kadar azaltırsanız, milli menfaatlerinizin gerektirdiği dış politikayı yapma özgüvenini o kadar hissedersiniz.” Türkiye’nin savunma sanayinde geldiği yerin, sadece teknik bir başarı değil, yarım asrı aşan bir mücadelenin sonucu olduğuna işaret etti; Nuri Killigil’den ASELSAN mühendislerine uzanan saldırı hatlarını hatırlatarak, “Bu ülkenin kendi silahını üretmesine dönük sistematik engelleme girişimleri”nden bahsetti: Ayhan Bilgen: “1949’da Nuri Killigil’in silah fabrikasının patlatılmasıyla verilen mesaj şuydu: ‘Kendi silah fabrikanızı kuramazsınız.’ 1950’lerden bugüne savunma sanayine emek veren herkes, Türkiye’nin geleceği ve güvenliği açısından çok kıymetli bir miras bıraktı.” NATO, Avrupa ve “kurgusal tehdit” tartışması: “Hiçbir ittifak sınırsız güvence değil” Bilgen, Ukrayna savaşıyla birlikte Avrupa’da derinleşen güvenlik tartışmalarına da değindi. NATO’nun tarihsel olarak Sovyet tehdidine karşı kurulduğunu hatırlattı, ancak bugün gelinen noktada Avrupalı aktörlerin hem Rusya’dan, hem de ABD’nin “güvence kapasitesinden” duyduğu tereddütlerin arttığını söyledi: Ayhan Bilgen: “Avrupa’da bugün şu tartışılıyor: Rusya tehdidine karşı Amerika bizi gerçekten koruyacak mı? Bu tehdidin kendisi de kurgusal olabilir, yani bizzat Amerika’nın Avrupa’yı kontrol altında tutmak için tercih ettiği bir strateji de olabilir. Gerçek tehdit de olabilir.” Bu tartışmanın, NATO içinde yeni arayışları, “Avrupa ordusu” gibi başlıkları ve Türkiye dahil bazı ülkelere yönelik yeni beklentileri beraberinde getirdiğini anlattı. Buradan hareketle kritik bir uyarıda bulundu: Ayhan Bilgen: “Hiçbir ittifak sonsuz ve sınırsız güvence değildir. Ne kadar öz gücünüz, ne kadar bağımsız savunma sanayiniz varsa; diğer alanlarda da o kadar caydırıcı olabilir, dostlarınıza güven verebilir ve uluslararası ilişkileri kendi gücünüz doğrultusunda şekillendirebilirsiniz.” Bilgen’e göre Türkiye’nin savunma kapasitesindeki artış, sadece kendi sınırlarını koruma meselesi değil, aynı zamanda Karadeniz’den Doğu Akdeniz’e uzanan geniş coğrafyada daha saldırgan politikaları frenleyebilecek bir caydırıcılık aracı. Suriye, İsrail ve İran başlığında “Türkiye’yi çatışmaya çekme” riskine dikkat çekti Programda tartışılan başlıklardan biri de Suriye’deki denklemin, İsrail’in bölgesel planları ve İran’ın hamleleriyle iç içe geçmesi oldu. Ayhan Bilgen, SDG, Şam yönetimi, İran ve İsrail hattında yaşanan gelişmeleri okurken, önümüzdeki dönemde Irak merkezli yeni bir gerilim dalgasının Suriye’yi ve Türkiye’yi de etkileme riski taşıdığını dile getirdi. Irak seçim sonuçlarının, daha radikal Şii grupların temsil gücünü artırdığına dikkat çeken Bilgen, bunun hem ABD ve İsrail açısından yeni bir “güvenlik tehdidi” gerekçesi, hem de İran’a karşı muhtemel bir operasyonun zeminini oluşturabileceğini söyledi: Ayhan Bilgen: “Irak seçim sonuçları iki türlü risk içeriyor. Daha radikal Şii grupların ciddi oy artışı, İsrail ve Amerika için yeni bir tehdit algısı yaratacak. Ben, Suriye ile ilgili riski de besleyen ve muhtemel bir İran operasyonunun altyapısını oluşturacak bir Irak müdahalesinin gündeme gelebileceğini düşünüyorum; askeri müdahaleden bahsediyorum.” Bu tabloda Türkiye açısından en kritik noktalardan birinin, Suriye sahasında YPG üzerinden yürüyebilecek provokasyonlar olduğuna dikkat çekti: Ayhan Bilgen: “Türkiye’yi Suriye’de bir askeri operasyon ve çatışmanın içine çekmek arayışı, son derece ciddi bir provokasyon olacaktır. Önümüzdeki dönem İran’la ilgili muhtemel gelişmeler ve İsrail’in planları, bunu YPG içindeki bir ekibe de tercih ettirebilir.” Bilgen, bu nedenle Ankara’nın hem sahadaki gelişmelere hem de “Öcalan üzerinden yürütülen tartışmalara” soğukkanlı ve çok kanallı okuma ile yaklaşması gerektiğini belirtti; Öcalan’a atfedilen mesajların hem Türk kamuoyu hem de Kürt siyasetindeki yansımalarının, süreci zorlaştırma potansiyeli taşıdığı uyarısını yaptı. İran–İsrail gerilimi: “İran çatışma istemiyor ama daha sert cevap vermeye zorlanıyor” Programın ilerleyen bölümünde, stüdyo konuklarının büyük çoğunluğu gibi Bilgen de İsrail–İran hattında yeni bir çatışma ihtimalinin yüksek olduğunu ifade etti. İran’ın hem içeride hem dışarıda ciddi manevra kabiliyeti olan bir devlet olduğunu, buna rağmen son saldırılarla birlikte daha sert bir çizgiye itilme riskinin büyüdüğünü anlattı: Ayhan Bilgen: “İran devletinin manevra kabiliyetinin yüksek olduğunu düşünenlerdenim. Uzun süre Avrupa ile nükleer müzakereleri bilinçli biçimde sürdürdüler; sanki taviz veriyorlarmış gibi yaparak zaman kazandılar. Ama bugün, içeride daha kapsayıcı bir siyaset güçlenirken dışarıda daha aktif ve sert cevap verme eğilimi de güçlenecek gibi görünüyor.” İran’da bir yanda “dışarıdaki hareketleri destekleyerek ülkeyi ekonomik olarak zayıf bırakıyoruz” diyenler, diğer yanda “uzlaştık da ne oldu, Atom Enerjisi Kurumu’yla işbirliği yaptık, adresleri onlar verdi” diyenlerin bulunduğunu hatırlatan Bilgen, dış saldırıların rejimi zayıflatmak yerine içeride ulusal refleksi güçlendirdiğini vurguladı: Ayhan Bilgen: “İran’ın çatışmadan yana menfaat gördüğünü düşünmüyorum. Ama çatışmanın kaçınılmazlığı durumunda artık çıtayı aşağıda tutan bir savunma refleksi, toplumun beklentisi açısından yönetilebilir değil. Daha sert, daha ileri düzeyde cevap vermek zorunda kalacakları bir duruma doğru gittiklerinin herkes farkında.” Bu durumun dış müdahalelerle içeride “ayaklanma” hedefleyen senaryoları boşa çıkardığını söyleyen Bilgen, “Her saldırı, rejime karşı olan muhalifleri bile İran’ı savunmaya, İran’ı İsrail ve Amerika’ya karşı korumaya itiyor.” değerlendirmesini yaptı. “Ukrayna kazanmak için değil, barışamadığı için savaşan bir ülke” Programın odak sorusu olan “Ukrayna savaşı Karadeniz’e yayılır mı?” başlığında ise Ayhan Bilgen, Ukrayna’nın artık klasik anlamda “zafer” hedefiyle savaşmadığını, barış ilan edemediği için savaşmaya devam eden bir ülkeye dönüştüğünü söyledi. Ukrayna’nın ağır bir stratejik yanlışın kurbanı olduğunu vurguladı: Ayhan Bilgen: “Artık Ukrayna’nın kazanmak için savaştığı bir noktada olduğunu düşünmüyorum. Barışamadığı için savaşan bir Ukrayna var. Toprakları işgal edilmiş bir ülkenin barışı, toplumu ikna ederek kabul ettirmesi son derece zor.” Ona göre Ukrayna’nın en baştan itibaren güç dengelerini hesaba katmayan, Batı’dan gelecek desteğe fazlasıyla bel bağlayan bir hataya sürüklendiğini söylemek gerekiyor: Ayhan Bilgen: “Ukrayna feda edildi, kurban edildi. Güç dengesi açısından kabul edilemez, sonuç alma ihtimali olmayan bir yere sürüklendi. Çok büyük bedeller ödedi; göç, kayıplar, tarumar olmuş bir ülke.” Bilgen, bunun bir yanının da Batı’nın izlediği politika olduğunun altını çizdi: Ayhan Bilgen: “Bu sürecin en önemli sebeplerinden biri Batı’nın kışkırtma stratejisiyse, diğeri de Zelenski’nin siyasi ferasetten, akıldan, gerçeklikten uzak yol haritasıydı.” İngiltere’nin rolü ve “Karadeniz’i savaş gölüne çevirme” tehlikesi Ayhan Bilgen, Birleşik Krallık’ın savaşın seyrindeki rolüne dair soruyu yanıtlarken, Londra’nın başından beri ABD’den bile daha “iştahlı” bir çizgi izlediğini söyledi: Ayhan Bilgen: “Başından beri çok açık biçimde İngiltere, bazı Avrupa ülkelerinden de daha iştahlı, daha istekli biçimde bu yol haritasını uygulamaya çalışıyor.” Ukrayna açısından “gerçekçi bir başarı ihtimali” bulunmadığını vurgulayan Bilgen, bunun Karadeniz’i de içine çekme riskine işaret etti. Ona göre, bugün gelinen noktada asıl odaklanılması gereken nokta, Karadeniz’in bir çatışma havzasına dönüşmesini engellemek: Ayhan Bilgen: “Karadeniz’in bir savaş gölüne dönüşmemesi, Türkiye’nin de diğer bütün kıyıdaş ülkelerin de çıkarıdır. Asıl korunması gereken, güvenceye alınması gereken alan burası. Herkesin bu başlığa odaklanması gerekiyor.” Bilgen, Ukrayna’nın sahada kaybettiklerinin diplomasi masasındaki olası bir “denge barışına” nasıl çevrileceğinin, Rusya’ya ne tür tavizler verilerek ama aynı zamanda hangi geri adımların “zafer gibi paketleneceğinin” önümüzdeki dönemin temel tartışması olacağını düşünüyor: Ayhan Bilgen: “Rusya’ya, kontrol ettiği toprakların bir kısmını bırakmış gibi göstererek, Ukrayna’ya da ‘kaybetmedim’ dedirtecek bir denge aranıyor. Amerika–Çin ilişkileri açısından Rusya’ya bir miktar ‘rüşvet’ verileceğini, Ukrayna’nın ise bu tabloda feda edildiğini düşünüyorum.” Türkiye için dersler ve Karadeniz ekseninde yeni denge arayışı Ayhan Bilgen’in analizleri, Türkiye’nin hem savunma sanayinde hem de dış politikada önündeki yol ayrımlarına dair güçlü mesajlar içeriyor. Ona göre: Savunma sanayinde dışa bağımlılığı azaltmak, yalnızca savaş kapasitesi değil, barışı kurma ve “hayır” diyebilme gücü demek. NATO ve Batı ittifakı, hiçbir ülke için mutlak güvence değil; ittifaklar, öz gücü olan aktörler için anlamlı. Suriye, Irak, İran ve İsrail hattında yaşanacak olası bir yeni büyük çatışma, YPG üzerinden Türkiye’yi de sahaya çekmek isteyen provokasyonlarla iç içe ilerleyebilir. Ukrayna savaşının Karadeniz’e yayılması, sadece Ukrayna–Rusya meselesi değil; İngiltere’den ABD’ye, NATO’dan Çin’e uzanan geniş bir jeopolitik satranç tahtasının riski. Bu nedenle Bilgen, Türkiye’nin hem savunma kapasitesini artırırken hem de Karadeniz’deki statükoyu koruyan, çatışmayı sınırlayan ve diplomatik kanalları açık tutan bir çizgiye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğunu vurguluyor: Ayhan Bilgen: “Kendi savunma sanayinize güvenmeden, sadece Batı’dan alacağınız silaha, paraya güvenerek başka bir ülkeyle savaşmayı tercih etmemek gerektiğine dair bu süreç ciddi bir ders içeriyor. Karadeniz’i savaş gölüne çevirmemek, herkesin ortak sorumluluğu.”

Bahçeli ‘rezalet’ dedi, Cizre Ticaret Odası’ndan yanıt gecikmedi Haber

Bahçeli ‘rezalet’ dedi, Cizre Ticaret Odası’ndan yanıt gecikmedi

Bahçeli’den egemenlik vurgusu: Bu bir rezalettir Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin grup toplantısında gündeme gelen görüntülere ilişkin çok sert ifadeler kullandı. Türkiye sınırları içerisinde yabancı bir gücün üniformasını giyen kişilerin silahla dolaşmasını egemenlik haklarına bir saldırı olarak değerlendiren Bahçeli, "Vatan topraklarımızda yabancı üniformalı askerlerin uzun namlulu silahla ortalıkta dolaşmaları tek kelimeyle rezalettir" diyerek tepkisini dile getirdi. Bahçeli’nin bu çıkışı, milliyetçi kanatta geniş yankı uyandırırken, terörsüz Türkiye ve üniter devlet yapısı konusundaki hassasiyetlerin altını bir kez daha çizmiş oldu. Cizre Ticaret Odası: Asıl rahatsızlık silah değil bayrak Bahçeli’nin ve milliyetçi çevrelerin tepkisine yanıt ise Cizre Ticaret Odası’ndan geldi. Oda yönetimi, tartışmaların odağındaki silahların bahane olduğunu, asıl rahatsızlığın Irak Anayasası ile tanınan Kürdistan Bölgesi bayrağına yönelik olduğunu savundu. Yapılan açıklamada, "Korumaların omuzunda o bayrak olmasaydı, roket bile taşısalar sorun edilmezdi" ifadelerine yer verilerek tepkilerin siyasi olduğu öne sürüldü. Barzani’nin Türkiye ile olan otuz milyar dolarlık ticaret hacmine ve stratejik ortaklığına dikkat çeken oda, bu tür polemiklerin Türk ve Kürt yurttaşlar arasındaki ticari ve sosyal bağlara zarar verebileceği uyarısında bulundu. Birlik ve beraberlik zemininde hassas denge Ziyaret, Türkiye’nin güneydoğusunda yaşayan Kürt yurttaşlar tarafından ilgiyle karşılanırken, Ankara’daki siyasi atmosferde "birlik ve beraberlik" tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Bir yanda terörsüz bir Türkiye hedefiyle bölgesel aktörlerle kurulan diplomatik ilişkiler, diğer yanda ulusal güvenlik ve egemenlik sembollerine duyulan hassasiyet masaya yatırıldı. Süreç, Türk ve Kürt yurttaşların ortak geleceği, bölgesel barış ve Türkiye’nin üniter yapısının korunması ekseninde hassas bir dengede ilerliyor.

Mardin'deki aile katliamında sır perdesi aralanıyor Haber

Mardin'deki aile katliamında sır perdesi aralanıyor

Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 24 Kasım gecesi Mehmet Kaya, Berna Kaya ve 5 yaşındaki kızları Samyeli’nin evlerinde başlarından vurulmuş halde bulunmasıyla başlayan süreç, ilk saatlerde “aile içi intihar” olarak kamuoyuna yansıdı. Ancak olay yerindeki boşluklar, çelişkili tanık ifadeleri ve kayıp deliller, anlatının değişmesine yol açtı. Dosya, cinayet şüphesiyle ele alındı. İlk anlatı çöktü, soruşturma yön değiştirdi Olayın ardından “baba eşini ve çocuğunu öldürdükten sonra intihar etti” iddiası dolaşıma sokuldu. Fakat evde kullanılan silahın bulunamaması, muhtar ve bazı aile bireylerinin güvenlik ekipleri gelmeden içeri girmesi ve sahadaki düzensizlikler, iddianın zayıflamasına neden oldu. Savcılık, delil zincirindeki kopukluklar nedeniyle dosyayı cinayet kapsamında ele alarak geniş çaplı inceleme başlattı. Komşu ifadesi dosyayı kilitledi İlk ifadesinde “ses duymadım” diyen komşu M.C.’nin anlatımlarındaki çelişkiler dikkat çekti. Yeniden gözaltına alınan M.C., savcılık aşamasında olayla ilgili farklı beyanlarda bulundu ve cinayet anında evde olduğunu ileri sürdü. İfadesinde, kullanılan silahı temin ettiğini ve daha sonra kanalizasyona attığını söyledi; gösterdiği noktada yapılan aramada silah ele geçirildi. Tutuklamalar geldi, suçlamalar ağırlaştı Soruşturmanın ikinci dalgasında M.C. “kasten öldürme” suçlamasıyla tutuklandı. Delil karartmaya yardım ettikleri iddiasıyla V.E. ve B.K. de cezaevi yolunu tuttu. M.C.’nin kadın arkadaşı B.S. hakkında ise adli kontrol kararı verildi. Savcılık, telefon kayıtları ve kamera görüntülerini de kapsayan teknik incelemeyi genişletti. “Bu bir vahşet; magazin dili adaleti gölgeliyor” Dosya avukatları, olayın başından itibaren “intihar” etiketiyle servis edilmesinin hem soruşturmayı hem de toplumun doğru bilgilenme hakkını olumsuz etkilediğini vurguladı. Avukat Nurullah Öner, delillerin cinayete işaret ettiğini belirterek, “Magazinsel dil gerçeği saklıyor; bu bir vahşet, intihar değil” sözleriyle medyaya sorumluluk çağrısı yaptı. Toplumsal etki uyarısı yapıldı Olay yerinden görüntülerin kontrolsüz paylaşılmasının özellikle çocuklar üzerinde travmatik etki yarattığına dikkat çeken savunma tarafı, şiddeti olağanlaştıran içeriklerin gözden geçirilmesi gerektiğini ifade etti. Avukatlar, Türkiye toplumunun barış ve huzuru besleyen bir yayın diline ihtiyacı olduğunu vurguladı. Gözler yargı sürecinde Soruşturma derinleştirilirken, kamuoyu hem delillerin eksiksiz toplanmasını hem de hızlı ve şeffaf bir yargılamayı bekliyor. Üç canın hesabının adalet önünde sorulması, bu trajedinin karanlıkta kalmaması için tek yol olarak görülüyor.

Barışın Yarım Kalan Nefesi: Tahir Elçi Haber

Barışın Yarım Kalan Nefesi: Tahir Elçi

“İnsanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz.” Bazı insanlar vardır; zaman geçtikçe, tıpkı kökleri derine inen bir çınar gibi daha da görünür hâle gelirler. Unutulmazlar, aksine her yıl daha berrak bir hakikatin ortasında belirirler. Bu topraklarda her geçen gün büyüyen bir vicdan çağrısına dönüşen isimlerden biri de hiç kuşkusuz Tahir Elçi’dir. Dört Ayaklı Minare’nin gölgesinde kurşunlanan bedeni toprağa düşmüş olabilir; ama ruhu hâlâ Diyarbakır’ın, Amed'in semalarında dolaşıyor. Barışa uzanan bir el gibi süzülerek, bu coğrafyaya bir daha savaş, çatışma ve acı gelmesin diye fısıldamayı sürdürüyor. Bazen adaletin işlemediği bir an gelir; mahkeme salonuna bir güvercin konar. Lice davasında olduğu gibi… O narin beden, kapıya ilişen bir sessizlikle “Ben buradayım” der. O ses bugün hâlâ Tahir Elçi’nin sesidir. Tahir Elçi’yi yalnızca bir baro başkanı ya da bir avukat olarak tarif etmek yetersizdir. O, 90’lı yılların faili meçhul karanlığında ölümle burun buruna çalışan bir hukukçuydu. Ergenekon’un, JİTEM’in ve devlet içindeki hukuksuz yapıların karşısına dikilen bir adalet savunucusuydu. Yıllarca: • Yakılan köylerin izini sürdü, • Asit kuyularına atılan gençlerin dosyalarını açtı, • Kayıplarını arayan annelerin sesini duyurdu, • İşkence odalarının karanlığını raporlarla aydınlattı, • Ve Türkiye'nin, Türkiye Kürdistanı'nın dört bir yanında insanlığa karşı işlenen ağır suçları hukuk terazisine taşıdı. Kuşkonar’ın bombalanmasını milim milim inceleyen; tanıklarla, belgelerle hakikati ortaya çıkaran bir hafıza işçisiydi. Diyarbakır Barosu’nun başına geçtiğinde bir makam sahibinden çok, mağdurların dili oldu. Lice’nin, Cizre’nin, Şırnak’ın, Dargeçit’in acılarını kendi bedeninde taşıdı. Her dosyada bir halkın yükünü omzuna aldı. Bu nedenle Elçi, sadece bir baro başkanı değil; binlerce insanın Tahir abisiydi. Çözüm Süreci ve Son Çırpınış 2015’e gelindiğinde çözüm süreci çözülmenin eşiğindeydi. Siyasi açıklamalar umut verse de sahada karanlık bir hazırlığın izleri beliriyordu. Bunu herkesten önce fark edenlerden biri Tahir Elçi’ydi. Bir gün Silvan’da, ertesi gün Lice’de, sonra Cizre’deydi. Gerginliği düşürmeye, çatışmayı durdurmaya, devlet ile halk arasındaki yarılmayı onarmaya çalışıyordu. Baroya bile nadiren uğrar olmuştu; çünkü barış hızla elden kayıyordu. Yine de geri çekilmedi. Çünkü barışın kapısının kapanması demek, binlerce hayatın kararması demekti. O kapının kapanmasına bedenini koydu. Ve o yüzden, Dört Ayaklı Minare’nin ayaklarının altında şu tarihi cümleyi kurdu: “Bu ortak mekânda silah istemiyoruz.” Bu, halka bir çağrı, devlete bir uyarı, tarihe bırakılmış bir vasiyetti. Yarıda Kalan Barışımızdır Tahir Elçi 28 Kasım 2015’te, yıllarca faili meçhullerle mücadele ettiği bu kentin ortasında katledildi. Birçok kişi onun ölümünü “çatışmanın ortasında kalmış talihsiz bir an” diye açıkladı. Oysa yere düşen sadece bir insan değildi; barışın kendisiydi. Tahir Elçi o gün yalnızca bir basın açıklaması yapmıyordu. Barışa kasteden karanlığa sesleniyordu. Ve o karanlık, onu canlı yayında, herkesin gözünün içine bakarak susturdu. Unutulan Cesaret: İmralı Çağrısı Bugün Türkiye yeniden İmralı temaslarını tartışırken, hafızanın tozlu bir köşesine itilmiş bir gerçeği hatırlamak gerekir: 2015’te en cesur çıkışlardan birini yapan kişi Tahir Elçi’ydi. “İmralı ile görüşme yapılmalıdır; çözümün adresi bellidir” diyenlerden biriydi. O dönemki yoğun linç kampanyalarına rağmen bu cümleyi kurdu. Çünkü biliyordu: Barış, doğru adreslerden gelmeden gelmez. Bugün gelinen noktayı ise RED sorunsalı gölgelemektedir. Tahir Elçi, sadece anmalarda adı geçen bir figür değildir. Bu coğrafyanın vicdanıdır, hafızasıdır, barış ihtimalinin simgesidir. Bu topraklar barışı gerçekten konuştuğunda, en önde duran hep oydu. En cesur cümleleri o kurdu. En ağır bedelleri gerektiren zamanlarda bile geri adım atmadı. Ve kapanmak üzere olan barış kapısına kendi bedenini koydu. Bugün hâlâ Diyarbakır'ın, Amed'in sokaklarında, Sur’un taşlarında, Lice’nin dağlarında, Cizre’nin kavşaklarında yankılanan bir ses var: “Bu coğrafyada artık savaş değil, barış olsun.” Ve o ses hâlâ Tahir Elçi’nin sesidir. Sevgili Tahir abinin anısını, emeklerini ve cesaretini bir kez daha minnetle yad ediyorum. ŞİYAR KAYMAZ

Türkiye’den AB’ye ilk askeri gemi ihracatı: Tarihi projede sac kesimi yapıldı Haber

Türkiye’den AB’ye ilk askeri gemi ihracatı: Tarihi projede sac kesimi yapıldı

Türkiye, savunma sanayii tarihinde bir ilke daha imza attı. NATO ve Avrupa Birliği üyesi Portekiz için inşa edilecek iki askeri geminin çelik kesim töreni İstanbul’da gerçekleştirildi. Ada Tersanesi’nde düzenlenen tören, Türkiye’nin Avrupa’ya yönelik ilk askeri gemi ihracatı olması nedeniyle uluslararası dikkat çekti. Görgün: “Barışa Hizmet Edecek Stratejik Bir Platform İnşa Ediyoruz” Törende konuşan Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanı Prof. Dr. Haluk Görgün, projenin iki ülke ilişkileri için yeni bir stratejik dönemi başlattığını belirtti. Görgün, “Bu çelik kesim töreniyle, hem barış zamanında insanlığa hizmet edecek hem de gerektiğinde caydırıcılık sağlayacak önemli bir deniz platformunun temelini atıyoruz.” dedi. Türkiye ile Portekiz arasındaki anlaşma, 17 Aralık 2024’te Lizbon’da imzalanmış ve iki adet Yardımcı Petrolcü ve Lojistik Destek Gemisi inşasını kapsamıştı. 14 Bin Deniz Millik Menzil: Transatlantik Görev Kapasitesi Görgün, geliştirilen gemilerin 14 knot ekonomik hızla 14.000 deniz miline ulaşabildiğini belirterek, “Bu menzil, gemilerin okyanus ötesi görevleri dahi rahatlıkla icra edebileceği anlamına geliyor.” ifadelerini kullandı. Gemiler; denizde yakıt ikmali, lojistik destek, amfibi harekât, tıbbi destek, arama-kurtarma ve insani yardım görevleri için tasarlandı. Gelişmiş komuta-kontrol sistemleri, sensör paketi ve silah donanımıyla platformların NATO görevlerinde kritik roller üstleneceği bildirildi. “Avrupa’dan Gelen Güvenin Göstergesi”: Türk Deniz Mühendisliğinde Yeni Aşama Projede ana yüklenici STM olurken yaklaşık 30 Türk şirketi üretim sürecinde görev alıyor. Görgün, Türkiye’nin MİLGEM, TCG Anadolu, TF-2000 ve MİLDEN gibi projelerle dünya standartlarında denizcilik teknolojisi geliştirdiğini hatırlattı. Portekiz’in Türkiye’yi tercih etmesi, hem Avrupa’nın savunma tedarikinde Türkiye’ye duyduğu güvenin arttığını hem de Türk gemi mühendisliğinin yeni bir seviyeye ulaştığını gösteriyor. Görgün, “Bu proje sadece bir mühendislik işbirliği değil, aynı zamanda iki ülke arasında uzun soluklu bir stratejik dostluğun başlangıcıdır.” ifadelerini kullandı. Portekiz Donanması: “Yeni Bir Güven Dönemi Başlıyor” Portekiz Donanması Gemi Programı Direktörü Joao Marques da Costa, İstanbul’daki töreni iki ülke ilişkilerinde “yeni bir güven bölümü” olarak nitelendirdi. Da Costa, inşa edilen gemilerin Portekiz’in hem ulusal operasyonlarında hem NATO görevlerinde kritik lojistik destek sağlayacağını ifade etti. Teslimatlar 36 ve 44 Ayda Tamamlanacak STM Genel Müdürü Özgür Gümeryüz, projede tasarım sürecinin tamamlandığını ve inşa faaliyetlerinin takvime uygun ilerlediğini açıkladı. “İlk gemiyi 36 ayda, ikinci gemiyi ise 44 ayda teslim etmeyi planlıyoruz. Bu platformların Portekiz Donanması’nın bölgesel ve müttefik operasyonlarına önemli katkılar sunacağına inanıyoruz.” dedi.

Çin’den Filipinler’e uyarı: Güney Çin Denizi’nde provokasyona son verin! Haber

Çin’den Filipinler’e uyarı: Güney Çin Denizi’nde provokasyona son verin!

Pekin: Gerilimin kaynağı Filipinler’in dış aktörleri bölgeye taşıması Çin Savunma Bakanlığı Sözcüsü Kıdemli Albay Jiang Bin, bugün yapılan basın toplantısında, Filipinler’in Güney Çin Denizi’nde “görev gücü” kurma girişimlerine tepki gösterdi. Jiang, Filipinler’in “Çin’in zorlayıcı eylemlerine karşı koyma” iddiasıyla ABD ve diğer bölge dışı ülkelerle ortak devriyeler düzenlediğini, bunun da bölgedeki istikrarı bozduğunu ifade etti. “Egemenlik ve deniz haklarımızdan vazgeçmeyiz” Sözcü Jiang Bin, Güney Çin Denizi’ndeki askeri ve siyasi tansiyonun temelinde Filipinler’in dış güçleri bölgeye dahil etme çabası olduğunu vurgulayarak şunları söyledi: “Çin’in egemenlik ve deniz haklarını koruma iradesi sarsılmazdır. Filipinler, bölge ülkelerinin barış ve kalkınma çabalarını baltalamayı bırakmalı; ihlal ve provokasyon faaliyetlerine son vermelidir.” Çin, iki ülke arasındaki savunma işbirliğinin “üçüncü tarafları hedef almaması ve bölgesel barışa zarar vermemesi gerektiğini” daha önce de dile getirmişti. Güney Çin Denizi gerilimi bölgesel krize dönüşüyor Güney Çin Denizi, zengin enerji kaynakları ve stratejik konumu nedeniyle Pekin ile Manila arasında yıllardır süren hak iddiası geriliminin merkezinde bulunuyor. Filipinler, ABD başta olmak üzere müttefikleriyle iş birliğini artırırken, Çin ise bu adımları “askeri tırmandırma ve dış müdahale” olarak değerlendiriyor.

Demirtaş : Neler yapabilirdik ya da yapabiliriz? Haber

Demirtaş : Neler yapabilirdik ya da yapabiliriz?

HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'nun Abdullah Öcalan'ı ziyareti etmesi yönündeki tartışmalara yazı kaleme aldı. Edirne F Tipi Cezaevi'nde tutuklu bulunan HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, T24'te "Sürecin muhasebesi: Neler yapabilirdik ya da yapabiliriz?" başlıklı bir yazısında ilginç değerlendirmeler var. "Kardeşliğin hukuku, yasaları önce yüreklerde yapılmalı ki geri kalan normatif süreçler yeni bir iklimde, yeni bir atmosferde, yeni bir toplumsal ve siyasal zihniyette kolayca ve olumlu sonuçlar alacak şekilde ilerleyebilsin” diyen Demirtaş, “barış ve kardeşlik mutlaka kazanacak” ifadelerini kullandı. Selahattin Demirtaş’ın kaleme aldığı yazının tamamı şöyle: Sürecin kilit kavramı “silah” değil “kardeşlik”tir. Silah, kardeşlik hukukunu örselediği, kanattığı için tabii ki öncelikle silah aradan çıkmalıydı. Bununla eş zamanlı olarak da kardeşlik hukuku ve duygusu onarılmalıydı. İşte buna ilişkin etkili, sonuç alıcı tek bir adım bile atılmadı... Peki neler yapabilirdik ya da yapabiliriz? Ben aklıma ilk gelenleri sıralayayım, siz ekleyin, genişletin lütfen... Recep Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli ve Abdullah Öcalan’ın inisiyatifleriyle son bir yılda önemli gelişmeler yaşandı, ciddi adımlar atıldı. - Bahçeli’nin Ekim 2024’teki girişimi ve çağrısı - Öcalan’ın 27 Şubat çağrısı - Erdoğan’ın süreci sahiplenmesi - PKK’nin fesih kongresi - TBMM’de komisyon kurulması - Süleymaniye’de silahları yakma töreni yapılması - PKK’nin Türkiye’den tümüyle çekilmesi - SDG’nin Şam ile entegrasyon anlaşmasına varması Bunlar küçümsenecek, hiçleştirilecek adımlar değil. Hepsi de değerli ve tarihi hamleler. Tamamı da Türkiye’nin iç ve dış güvenliğini yakından ilgilendiren ciddi, olumlu gelişmeler. Yani konunun “güvenlik” boyutunda, bir yılda büyük mesafe kat edildi. Bu, işin olumlu tarafı. Sürecin kilit kavramı “silah” değil “kardeşlik”tir Şimdi soru şudur: Süreç sadece “güvenlik” başlığından ve “güvenlik” başlığı da sadece silahtan mı oluşuyor? Bu soruya evet cevabı verenler ya “güvenlik” kavramını ya da süreci hiç anlamamış, en azından bizim anladığımız şekilde anlamamış demektir. Oysa sürecin kilit kavramı “silah” değil “kardeşlik”tir. Silah, kardeşlik hukukunu örselediği, kanattığı için tabii ki öncelikle silah aradan çıkmalıydı. Bununla eş zamanlı olarak da kardeşlik hukuku ve duygusu onarılmalıydı. İşte buna ilişkin etkili, sonuç alıcı tek bir adım bile atılmadı. Çıkarılması gereken yasalardan söz etmiyorum, henüz o konuda da ilerleme olmadı ancak yasadan önce yapılması gereken şey, duyguda birliği sağlamaya yönelik çalışmalardır, bunlar yapılmadı. Yasa Meclis’ten önce halkın bilincinde yapılmalıdır “Yasa nerede yapılır?” diye sorulsa herkes net bir şekilde “Meclis’te” diye cevaplayacaktır ancak bu cevap doğru değil. Yasa toplumda, halkta, millette yapılır; Meclis ise o yasayı norma dönüştürür ve bağlayıcı hale getirir. Dolayısıyla kardeşliğin yasaları önce halkın bağrında, yüreğinde, benliğinde ve bilincinde yapılmalıdır. İşin esası ideoloji, teori, norm değil duygudur. Kardeşlik önce duyguda kurulur, sonra Meclis onu norma, yasaya dönüştürür. Ortada duygu yokken yasa yapmaya kalkarsanız hem zorlanırsınız hem de halkın iradesinin tersine adım atmış olursunuz. Her şeyi getirip yasaya bağlamak ve sanki yasalar çıksa tüm sorunlar hemen o saat çözülecekmiş gibi bir beklentiye girmek büyük hatadır. Mesela Meclis yarın, “Kürtler ile Türkler kardeştir ve birbirlerini sevmek zorundadırlar” diye bir yasa yapsa mesele hallolur mu? Sabahına herkes birbirini sevmeye mi başlar? Evet, Kürt ile Türk kardeştir, birbirlerini kardeş gibi, ana gibi, yar gibi sevmelidir. Fakat son yüz yılın hataları nedeniyle araya kan girdi, silah girdi, ayrımcılık girdi. Tamamı Türk ve Kürt analarının evladı olan 50 bin kardeşimiz Türkiye’nin her mezarlığında toprağın altına girdi, bazılarının mezarı bile yok. Öfkeler, kızgınlıklar, kırgınlıklar, nefretler, intikam duyguları birikti, birikti, kardeşlerin arasına girdi. Bunları gidermek, yasımızı ve acımızı ortaklaştırmak, yaralarımızı karşılıklı sarmak, göz göze bakıp kardeşçe sarılmak, hüzün ve sevinç gözyaşlarını aynı anda dökmek yasadan çok daha öncelikli, yapıcı ve kalıcı olur. Zaten bunları yaptıktan sonra yasayı yapmak çok kolaydır ve o iş artık sadece küçük bir detaydır. Cumartesi Anneleri ile Barış Anneleri, Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'nda Neler yapılabilirdi? Peki bu belirttiklerimi sağlamak için neler yapabilirdik ya da yapabiliriz? Ben aklıma ilk gelenleri sıralayayım, siz ekleyin, genişletin lütfen. Mesela Meclis Komisyonu aylarca “dinleme” adı altında top çevirmek yerine şunları yapsaydı çok daha etkili olmaz mıydı? Hatta siyasi parti liderleri de bu etkinliklerde yer alsalardı sonuç çok daha yapıcı olmaz mıydı? Neler mesela? • Liderler ve komisyon üyeleri; Adnan Menderes’in, Alparslan Türkeş’in, Orhan Doğan’ın ve Mehmet Sincar’ın mezarlarını ziyaret edip oradan Anıtkabir’e gitselerdi. • Konya’da Mevlana’yı, Doğubayazıt’ta Ehmedê Xanî’yi ziyaret etselerdi. • Diyarbakır’da Amedspor ile Trabzonspor arasında bir kardeşlik maçı organize etselerdi. Tüm Diyarbakır, Trabzonspor ve Amedspor bayraklarıyla donatılsaydı. Karadeniz’den akın akın gelen kardeşlerimiz Diyarbakırlıların evlerinde misafir edilselerdi, stadyuma maçı izlemeye birlikte gitselerdi. Vanspor, aynı şekilde Kayserispor’a konuk olsaydı ve Kürt kardeşlerimiz akın akın Kayseri’ye gidip evlerde misafir olsalardı. • Milli futbol takımı, bir maçını Diyarbakır Stadyumu’nda oynasaydı ve Diyarbakırlılar Milli Takım’a canı gönülden sahip çıksalardı. • Bir otobüs dolusu genç Edirne’den, bir otobüs genç de Hakkari’den yola çıksaydı, Anıtkabir’de buluşup Türkçe ve Kürtçe bir kardeşlik bildirisi okusalar, bildiriyi Anıtkabir defterine de yazsalardı. • Bir otobüs dolusu genç İzmir’den, bir otobüs de Kars’tan yola çıksa ve Çanakkale Şehitliği’nde buluşup kardeşlik bildirisini Türkçe ve Kürtçe okusalar, oradan beraberce Ankara’ya, Meclis’e gelip bildiriyi Meclis Başkanı’na teslim etselerdi. • Kültür Bakanlığı’nın girişimiyle yedi bölgede kardeşlik konserleri düzenlense ve TRT sanatçıları ile Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) sanatçıları aynı sahnede Türkçe ve Kürtçe kardeşlik türküleri, şarkıları söyleselerdi. • Milli Eğitim Bakanlığı’nın girişimiyle Kürtçe - Türkçe ve Türkçe - Kürtçe sözlük ile gramer kitabı basılsaydı ve tüm öğrencilere ücretsiz dağıtılsaydı. • Bursa Ulu Camide ve Diyarbakır Ulu Cami’de aynı anda Türkçe ve Kürtçe kardeşlik hutbesi okunsaydı. • Evlatlarını çatışmalarda kaybetmiş Türk ve Kürt anaları kol kola girip beraberce mezarlıkları ziyaret etselerdi, akşamına da Beştepe’de Cumhurbaşkanı tarafından ağırlansalardı. Bunlar yapılmadı ama Yazmaya devam etsem sayfalar yetmez ama derdimi anlatabilmişimdir umarım. Yani kardeşliğin hukuku, yasaları önce yüreklerde yapılmalı ki geri kalan normatif adımlar atılırken, yasalar yapılırken yeni kırılmalar, ayrışmalar olmasın. Eğer bu belirttiğim gibi çalışmalar yapılmış olsaydı Meclis Komisyonunun İmralı’ya gitmesi konusu da bir krize dönüşmezdi. Bunlar yapılmadı ama başta da belirttiğim gibi bol bol dinleme yapıldı. Orada burada gereksiz yere sloganlar atıldı, televizyonlarda konuşanlar ağızlarının ayarını tutturamadılar; hakaretler, tehditler, şantajlar, ekranlardan halkın üstüne boca edildi. Yetmedi, muhalefete yönelik ve özellikle CHP’yi hedefe koyan “mutlak butlan, iptal, tutuklama, kayyım, casusluk, rüşvet” operasyonlarıyla ayrışma iyice derinleştirildi. 30 yıllık hapis cezalarını bitirmiş siyasi mahpuslar, hasta mahpuslar bile cezaevinden çıkamadılar. Kayyım atanmış tek bir belediye bile halka iade edilmedi. Kürt – Türk kardeşliği pekiştirilmeden, üstüne Türk – Türk ayrışması eklendi. Sonuç olarak; Dost acı söyler, ben barışın ve kardeşliğin dostu olarak bunları 12 metrekarelik hücremden görüyor ve üzülüyorum. Hücredeki tek arkadaşım ve yerine kayyım atanarak altı yıldır suçsuz yere hapiste tutulan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Başkanı Dr. Adnan Selçuk Mızraklı’ya ve onun dik duruşuna bakıp bakıp bu yazıyı yazarken umudumuzu koruyor, mücadele kararlılığımızı diri tutuyoruz. Biliyoruz, inanıyoruz ve çabalıyoruz. Barış ve kardeşlik mutlaka kazanacak.

Lice Katliamı'nın 32. yıldönümünde: Acılarla yüzleşme zamanı Haber

Lice Katliamı'nın 32. yıldönümünde: Acılarla yüzleşme zamanı

Lice Katliamı'nın 32. Yıldönümünde: Acılarla Yüzleşme Zamanı Bugün, 22 Ekim, Türkiye'nin karanlık sayfalarından birinin yıldönümü. 1993'te Diyarbakır'ın Lice ilçesinde başlayan ve üç gün süren olaylar, 16 canın yitirilmesine, yüzlerce ev ve iş yerinin yıkılmasına yol açan bir trajedi olarak hafızalara kazındı. "Lice Katliamı" olarak anılan bu süreç, sadece bir ilçeyi değil, tüm ülkeyi derinden sarsan bir yaranın simgesi haline geldi. Yıldönümünde, bu acıyı yeniden hatırlamak ve devletten tüm katliamlarla kapsamlı bir yüzleşme talep etmek, barışın ve adaletin ilk adımı olmalı. Olayların fitili, 22 Ekim sabahı Lice Jandarma Komando Bölük Komutanlığı'na düzenlenen bir saldırıyla ateşlendi. Dönemin Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, ilçeye giderek durumu yerinde incelemek üzere helikopterle bölgeye indi. Halka yakınlığı, yasadışı şiddet yöntemlerini reddetmesiyle tanınan Aydın, görev bilinciyle hareket eden bir komutan olarak biliniyordu. Ne yazık ki, helikopterden iner inmez, keskin nişancı ateşiyle vurularak hayatını kaybetti. Aydın'ın ölümü, sadece bir askeri trajedi değil; aynı zamanda, o dönemde bölgede barışçıl yaklaşımları savunan bir figürün kaybı olarak değerlendiriliyor. Onun gibi, halkla diyalog kurmaya çalışan subayların eksikliği, bugün bile Kürt sorununun çözümü tartışmalarında yankılanıyor. Ancak Aydın'ın ölümü, trajedinin sadece başlangıcıydı. Suikastın hemen ardından başlatılan geniş çaplı operasyon, Lice'nin dar sokaklarını cehenneme çevirdi. Üç gün süren çatışmalar ve baskınlarda, 14 sivil vatandaş hayatını kaybetti; aralarında çocuklar, kadınlar ve yaşlılar vardı. Köyler boşaltıldı, 650'ye yakın ev ve iş yeri ateşe verildi veya yıkıldı. Gözaltına alınanlar arasında işkence iddiaları, faili meçhul kayıplar ve yıkılan umutlar birikti. PKK saldırıyı üstlenmedi; resmi tezler zamanla sorgulandı ve iddianameler, olayların karmaşıklığını ortaya koydu. Derin devlet unsurlarının rolü, itirafçı ifadeleri ve delil eksiklikleri, bu katliamı hala gizemle sarılı bir dosya haline getirdi. 32 yıl sonra, Lice'nin tanıkları hala yaralarını sarmaya çalışıyor. Mizgin Cantürk gibi hayatta kalanlar, kardeşlerini, evlerini ve çocukluklarını kaybedişlerini unutamıyor. "Havuzda saklanırken cenazeleri gördük, ama yardım yerine kurşunlar yağdı" diye anlatanlar, adalet arayışında. Bu olay, tek başına değil; Sivas, Başbağlar, Roboski gibi diğer katliamlarla zincirleme bir acının parçası. Her biri, etnik, dini veya siyasi ayrılıkların körüklediği şiddetin izlerini taşıyor. Devletimize sesleniyoruz: Bu yıldönümü, suskunluğun değil, yüzleşmenin günü olsun. Lice Katliamı'nı aydınlatmak, Bahtiyar Aydın'ın katillerini bulmak kadar, sivil kayıpların sorumlularını yargılamak da şart. Tüm katliamlarla –hangi kaynaktan gelirse gelsin– ulusal bir yüzleşme komisyonu kurun.Lice'den Başbağlar'a gerçekleri ortaya çıkarın, mağdurlara tazminat verin, toplumun yaralarını sarın. Adalet olmadan barış olmaz. Türkiye'nin geleceği, bu cesur adımla aydınlanır.Lice'nin dumanı dağıldı, ama acısı kaldı. Bugün, mumlar yakalım; yarın, el uzatalım.

logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.