“Rüzgâr Yükseliyor” – uçmanın büyüsüyle vicdanın ağırlığı arasında bir yüzleşme
Rüzgâr yükselirken hikâye mühendisliğin tutkusuna, rüyaların çekimine ve unutmanın tehlikesine dönüyor
Miyazaki’nin 2013 tarihli filmi, gerçek bir isimden ilham alan ama büyük ölçüde kurgusal bir hayat çizgisiyle ilerleyen genç mühendis Jiro Horikoshi’nin peşine takılıyor. Jiro, çocukluk rüyalarında İtalyan tasarımcı Caproni’yle aynı gökyüzünü paylaşır; uçakları sürmek yerine tasarlamanın yollarını arar. Her şey bir tren vagonunda uçan şapka ve Valéry’nin dizeleriyle başlar: “Rüzgâr yükseliyor; yaşamaya çalışmalı.” Bu romantik eşik, çok geçmeden sarsıcı bir gerçekliğe çarpar: 1923 Kanto depremi. Miyazaki, titreşen çizgiler ve insan sesiyle yapılan kalp sıkıştıran efektlerle felaketi “hissiyat” üzerinden kurar; rüzgâr bu kez alevleri körükler, gökyüzü kül rengine döner.
Rüyaların krallığından fabrikaların soğuk ışığına geçerken estetik bir hayal, etik bir yük haline geliyor
Jiro’nun yolculuğu, “metal mi, odun mu; teknoloji mi, ilham mı?” tartışmalarını taşırken asıl gerilim güzelliğin amacı üstüne kurulur. Miyazaki, uçak gövdelerindeki eğrileri balık kılçığında, kanat formunu kâğıt planörlerde, mühendis cesaretini yıkım enkazında aratır. Ve şu soruyu hiç bırakmaz: “Güzel tasarlanmış bir nesne, kötü amaçla kullanıldığında o güzellik nereye gider?” Film, “makine biziz” diyen bir sezgiyle başlar; finalde “uçaklar göğün yutmasını bekleyen lanetli düşlerdir” cümlesine varır. Yani estetiğin büyüsü ile tarihsel sorumluluk arasında kaçınılmaz bir muhasebe açılır.
Teknolojiye hayranlık ile militarizmin gölgesi arasındaki çizgi inceliyor
İki dünya savaşı arasındaki Japon modernleşmesinin hızlandığı yıllarda geçen hikâye, mühendisliğin yarattığı uçma özgürlüğünü, askeri gereksinimin kıskacına girerken izler. Jiro’nun rüyalarındaki Caproni “en önemli şey ilhamdır, teknoloji sonra yetişir” der; fakat sahadaki gerçek başka bir dili konuşur. Hangarlarda çarpışan prototipler, düşen test uçuşları, “hiçbiri geri dönmedi” cümlesine bağlanan ağır bir finale doğru ilerler. Film, savaş karşıtı bir slogan atmaz; onun yerine izleyicinin boğazına çöken, sessiz ve soğukkanlı bir vicdan ağırlığı bırakır.
“Güzel olanın masumluğu”na itiraz eden bir anlatı, iyimserliği kısmadan umudu karartıyor
Miyazaki külliyatında uçmak çoğu kez kişisel özgürlüğün simgesiydi; burada ise özgürlük, rüzgârın yönü değiştiğinde bir sorumluluk sınavına dönüşür. Yönetmen, ne kahramanını şeytanileştirir ne de tarihin yıkımını estetize eder. Aksine, seyirciyi gri bölgede tutar: İyi bir mühendis olma arzusu, kötü bir sonuca bağlandığında o emeğin payı nedir? Cevabı bağırmaz; soruyu rüzgâr gibi üzerinizden geçirir.
Hafızanın yükü ve unutmanın bedeli film boyunca sahnenin arkasından konuşuyor
Miyazaki’nin edebi göndermeleri –Valéry’nin dizesinden Thomas Mann’ın Castorp’una– karakterlerin kaderlerini sahne dışına taşır. “Unutan mahvolur” uyarısı, yalnızca dönemin siyasetine değil; ilerleme anlatılarına kapılıp etik muhasebeyi erteleyen her topluma gönderilir. “Rüzgâr Yükseliyor” böylece bir dönem filmi olmanın ötesine geçer; rüya ile uyanıklık arasında gidip gelen evrensel bir hatırlatma metnine dönüşür.
Son kare kapandığında elde kalan, büyülenmiş bir vicdan ve buruk bir umut oluyor
Film bittiğinde ne yalnızca bir aşk masalı dinlemiş olursunuz ne de yalnızca bir uçak tasarımının teknik tutanaklarını. Geriye, rüzgârın yüzünüzde bıraktığı serinlik, düşlerin çekimi ve gerçeğin ağırlığı kalır. Miyazaki burada bir “pasifist manifesto” yazmaz; ama güzelliğin tarafsız olmadığını, ilhamın sonuçları olduğunu usulca fısıldar.
Hayao Miyazaki kimdir ve neden hâlâ kalemle çiziyor?
1930’ların sonuna uzanan bir aile havacılık geçmişinin gölgesinde büyüyen Hayao Miyazaki, Studio Ghibli’nin kurucu ortaklarından, çağdaş animasyonun yaşayan efsanesidir. “Komşum Totoro”, “Prenses Mononoke”, “Ruhların Kaçışı”, “Yürüyen Şato” gibi filmlerde çevre, savaş, hafıza ve büyüme temalarını çocukların bakışına emanet eden bir sinema kurdu. Onu ayrıksı kılan yalnız öyküleri değil, üretim biçimi: Miyazaki, bugün hâlâ sahneleri elle, katman katman çizer; kıvılcımını kâğıtla kalemin temasında bulur. Rüzgârın otları nasıl titrettiğini, dumanın nasıl ağır ağır yükseldiğini, bir bakışın nasıl utangaçça kaçtığını önce çizgiye, sonra renge, en son harekete dönüştürür. Bilgisayar destekli araçları bütünüyle reddetmez ama “ruhu”nun çizgide kaldığını bilir; bu yüzden filmlerinde rüzgâr hep gerçek eser, su gerçekten damlar, sessizlik gerçekten konuşur. Çünkü Miyazaki sinemasında en gelişmiş teknoloji bile, iyi bir çizginin vicdanına muhtaçtır.
Azra YILMAZ