Çağdaş Uygarlığın, Asya’dan yükseldiği iddiasını dillendirenler ideolojik yakınlıktan dolayı özelde Çin’i kastederek bu cümleleri kurmaktadırlar. Yoksa Asya’dan kasıt Rusya, İran, Hindistan ve diğerlerini de içine alan bir tanımsa sormak lazım bu ülkeler tam olarak ne yaptı da yükselen “çağdaş uygarlık” oldular? Ya da asıl soru sorulmalı çağdaş uygarlıktan kastınız ne?
Yapılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla bugünün “çağdaş uygarlığı” ekonomik ve askeri büyüme, batı hegemonyası ve emperyalizmine kafa tutma, olarak algılanmaktadır. 1920’lerde Batıyı idealize eden resmî ideolojiyi “mabet ezgisi” gibi dinleyen bu çevrelere göre, ekonomik ve politik gücü artan Çin, artık yeni ulaşılması gereken “muasır medeniyettir”.
Fakat, Uygarlığın yani medeniyetin maddi gelişme ve güçlenme ile sınırlı bir şey olmadığı açıktır. Medeniyet, bir toplumun sahip olduğu özgün maddi ve manevi, kurumsal ve kültürel tüm değer ve yapılarını kapsamaktadır. Pratik kullanımda da “medeni olmak” daha çok insani değerleri taşımakla alakalı kullanılmaktadır. Yani medeniyeti manevi değerlerini göz ardı ederek açıklamak ideolojik tercih değilse, miyopluktur.
Kadim Çin medeniyeti Taoist, Şamanist, Budist ve Konfüçyan normlar üzerine kuruludur. Bunlardan en baskını hatta belki de tek konuşulması gerekeni Konfüçyüsçülük’tür. Konfüçyüs’ün MÖ 6. Yüzyılda formüle ettiği dünya görüşü iki önemli temel üzerine kurulmuştur.
Birincisi gücü ve makamı merkeze koyan hiyerarşik dünya tasavvurudur (evlat-baba, kadın-erkek, toplum-idareci, idareci-hükümdar). Bu tasavvur “hé” (和) kavramı ile tanımlanan toplumsal ahengin yakalanmasını gaye edinmektedir. Bu yüzden aileden topluma kadar tüm katmanlarda “güçlü ve üstün” hiyerarşide olanlar “düşük” hiyerarşide bulunanlara ihsanda bulunur. Düşük hiyerarşide olanlar da kayıtsız şartsız itaat eder. Bu ihsan-itaat döngüsünde “hak etme” olmadığı için Çin dilinde bu kavrama karşılık bir yazı karakteri de yakın zamanlara kadar yoktu. Bunu fark eden Cizvit misyonerleri 19. Yüzyılda “güç” (权) ve “çıkar” (利) kelimelerini yanyana koyarak “hak” manasına gelen “quánlì” (权利) kelimesini Çin diline kazandırmışlardı. Bu yeni kavramda bile “haklar” varoluşsal bir hakkediş olarak değil, güç ve çıkarla alakalı bir kavram olarak ortaya konmuştur.
Konfüçyüs temelinde hiyerarşi ana prensibine bağlı olan birçok yan prensipler de tanımlamıştı. Bunların en önemlilerinden biri de kökü Şamanizm’e dayanan “Hayırlı Evlat Dindarlığı” şeklinde açıklanan “xiao" (孝) prensibi idi. Konfüçyüs’ün ahlakın temeline koyduğu bu prensibe göre evladın en büyük görevi ebeveyn ve atalarını onurlandırmak, onlara itaat ve hizmet etmekti.
Bu prensip sadece aileyi değil toplumu da ilgilendiriyordu. Çünkü aynı itaat yöneticilere ve hükümdara da gösterilmek zorundaydı.
Konfüçyüs öğretisinin dayandığı ikinci ana temel de metafiziğin inkarıdır. Yani materyalist bir yaklaşımla sadece dünyevi olanı esas alıp “tanrı”, “ahiret”, “inanç” gibi kavramlara uzak-lakayt kalmasıydı. Konfüçyüs bu konularda soru soran talebelerine “bu konularla ilgilenmeyin” tavsiyesinde bulunmakta ve kendisi de zaten eserlerinde nerdeyse hiç değinmemekteydi. Bu nedenle Konfüçyüsçülüğü “toplum dini” olarak açıklayanlar da vardır.
Çin toplumunun binlerce yıllık gönüllü izolasyonu süresince, bu kavram ve prensipler değişmeden devlet eliyle toplumun genlerine işlemiş olarak bugünlere kadar geldi. Bugün Maoist tahribata rağmen Çin’de toplumsal ve düşünsel hayat hala bu kavramlar etrafında şekillenmektedir.
Çin Komünist Partisi (ÇKP) de, eskiden yok etmeye çalıştığı bu normların “değerini” kavrayarak, eşitlik ya da adalet gibi “tehlikeli” kavramlar yerine babaya itaat derecesinde devlete ve yöneticilerine “büyük aile” olarak itaati esas alan bu prensiplerin artık toplumda güç kazanmasını desteklemektedir.
Sonuç olarak bugün itaatkar, kolektivist, bireyselliği bencillik, hak aramayı da bozgunculuk olarak algılayan, düşünsel olarak durağan, tepkisiz bir Çin toplumu ortaya çıktı. Çinli bir Hristiyan olan Yetta Yao da 2017’de şu anki Çin toplumunu özetle tek kavramda “money worshipper” (para tapıcısı) olarak tanımlamaktaydı.
Bu toplum aslında bir bakıma fazilet olan “ne kadar kötü olursa olsun sonuçta babamdır” Konfüçyan prensibinden destek alarak “ne kadar kötü olursa olsun benim yöneticilerim” anlayışının propagandasını yapan ÇKP’ye, içgüdüsel bir karşılıkla Pekin’deki bugünkü Kızıl İmparatorları, geleneksel imparatorların koltuğuna oturtarak, onlara itaati bir fazilet gibi algılayan toplum olmuştur.
Aynı toplum “büyük aileye ait olmadıklarını düşündükleri azınlıklara yapılanlara da arka çıkmakta” ve asimilasyonu kutsal bir görev gibi algılamakta, yeri geldiğinde ÇKP’nin Uygurlar ve diğerlerine uyguladığı vahşeti alkışlamaktadır.
Bu durum bize 1990’larda komünist bloğun çökmesine rağmen Çin’de ve çoğu Konfüçyan olan diğer Asya ülkelerinde neden çökmediği sorusunun da cevabını vermektedir. Çökmedi çünkü geleneksel-kültürel normlar komünizm ile uyuşmaktaydı.Kolektivizm, materyalizm, anti-bireycilik, dünyevilik, profan kültür, yönetici-halk hiyerarşisi, kurumlara ve yöneticilere dinsel tarzda itaat, otoriterlik… en belirgin ortak noktalardır.
Bütün bunlardan sonra Çin’in bize sunacağı “uygarlık”ın ancak yüksek faizli kredi ve ucuz otobandan ibaret olabileceğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Fakat ideolojik saplantı ile bize Çin’i “çağdaş uygarlık” olarak pazarlayanlar, Batı’nın kapitalist emperyalizmine “kutsal savaşlarını” sürdürürken, çok daha vahşi olan bir zamanlar Sovyetlerin, şimdi de Çin’in “kızıl emperyalizmini” görmezden gelmektedirler.
Uygarlık kavramının cumhuriyetin ilk dönemlerinde “arı Türkçe” kampanyalarında çağdışı bulunan “medeniyet” kavramı yerine “Uygur” kelimesinden türetildiğini hatırlamayan bu çevreler, ÇKP ağzıyla halihazırda dünyanın en sinsi ve sistematik soykırımına uğrayan Uygurlara basın önünde “terörist” diyerek de efendilerine selam çakmaktadır.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Asım Doğan
Çağdaş Uygarlık Asya’dan mı Yükseliyor?
Çağdaş Uygarlığın, Asya’dan yükseldiği iddiasını dillendirenler ideolojik yakınlıktan dolayı özelde Çin’i kastederek bu cümleleri kurmaktadırlar. Yoksa Asya’dan kasıt Rusya, İran, Hindistan ve diğerlerini de içine alan bir tanımsa sormak lazım bu ülkeler tam olarak ne yaptı da yükselen “çağdaş uygarlık” oldular? Ya da asıl soru sorulmalı çağdaş uygarlıktan kastınız ne?
Yapılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla bugünün “çağdaş uygarlığı” ekonomik ve askeri büyüme, batı hegemonyası ve emperyalizmine kafa tutma, olarak algılanmaktadır. 1920’lerde Batıyı idealize eden resmî ideolojiyi “mabet ezgisi” gibi dinleyen bu çevrelere göre, ekonomik ve politik gücü artan Çin, artık yeni ulaşılması gereken “muasır medeniyettir”.
Fakat, Uygarlığın yani medeniyetin maddi gelişme ve güçlenme ile sınırlı bir şey olmadığı açıktır.
Medeniyet, bir toplumun sahip olduğu özgün maddi ve manevi, kurumsal ve kültürel tüm değer ve yapılarını kapsamaktadır. Pratik kullanımda da “medeni olmak” daha çok insani değerleri taşımakla alakalı kullanılmaktadır. Yani medeniyeti manevi değerlerini göz ardı ederek açıklamak ideolojik tercih değilse, miyopluktur.
Kadim Çin medeniyeti Taoist, Şamanist, Budist ve Konfüçyan normlar üzerine kuruludur. Bunlardan en baskını hatta belki de tek konuşulması gerekeni Konfüçyüsçülük’tür. Konfüçyüs’ün MÖ 6. Yüzyılda formüle ettiği dünya görüşü iki önemli temel üzerine kurulmuştur.
Birincisi gücü ve makamı merkeze koyan hiyerarşik dünya tasavvurudur (evlat-baba, kadın-erkek, toplum-idareci, idareci-hükümdar). Bu tasavvur “hé” (和) kavramı ile tanımlanan toplumsal ahengin yakalanmasını gaye edinmektedir. Bu yüzden aileden topluma kadar tüm katmanlarda “güçlü ve üstün” hiyerarşide olanlar “düşük” hiyerarşide bulunanlara ihsanda bulunur. Düşük hiyerarşide olanlar da kayıtsız şartsız itaat eder. Bu ihsan-itaat döngüsünde “hak etme” olmadığı için Çin dilinde bu kavrama karşılık bir yazı karakteri de yakın zamanlara kadar yoktu. Bunu fark eden Cizvit misyonerleri 19. Yüzyılda “güç” (权) ve “çıkar” (利) kelimelerini yanyana koyarak “hak” manasına gelen “quánlì” (权利) kelimesini Çin diline kazandırmışlardı. Bu yeni kavramda bile “haklar” varoluşsal bir hakkediş olarak değil, güç ve çıkarla alakalı bir kavram olarak ortaya konmuştur.
Konfüçyüs temelinde hiyerarşi ana prensibine bağlı olan birçok yan prensipler de tanımlamıştı. Bunların en önemlilerinden biri de kökü Şamanizm’e dayanan “Hayırlı Evlat Dindarlığı” şeklinde açıklanan “xiao" (孝) prensibi idi. Konfüçyüs’ün ahlakın temeline koyduğu bu prensibe göre evladın en büyük görevi ebeveyn ve atalarını onurlandırmak, onlara itaat ve hizmet etmekti.
Bu prensip sadece aileyi değil toplumu da ilgilendiriyordu. Çünkü aynı itaat yöneticilere ve hükümdara da gösterilmek zorundaydı.
Konfüçyüs öğretisinin dayandığı ikinci ana temel de metafiziğin inkarıdır. Yani materyalist bir yaklaşımla sadece dünyevi olanı esas alıp “tanrı”, “ahiret”, “inanç” gibi kavramlara uzak-lakayt kalmasıydı. Konfüçyüs bu konularda soru soran talebelerine “bu konularla ilgilenmeyin” tavsiyesinde bulunmakta ve kendisi de zaten eserlerinde nerdeyse hiç değinmemekteydi. Bu nedenle Konfüçyüsçülüğü “toplum dini” olarak açıklayanlar da vardır.
Çin toplumunun binlerce yıllık gönüllü izolasyonu süresince, bu kavram ve prensipler değişmeden devlet eliyle toplumun genlerine işlemiş olarak bugünlere kadar geldi. Bugün Maoist tahribata rağmen Çin’de toplumsal ve düşünsel hayat hala bu kavramlar etrafında şekillenmektedir.
Çin Komünist Partisi (ÇKP) de, eskiden yok etmeye çalıştığı bu normların “değerini” kavrayarak, eşitlik ya da adalet gibi “tehlikeli” kavramlar yerine babaya itaat derecesinde devlete ve yöneticilerine “büyük aile” olarak itaati esas alan bu prensiplerin artık toplumda güç kazanmasını desteklemektedir.
Sonuç olarak bugün itaatkar, kolektivist, bireyselliği bencillik, hak aramayı da bozgunculuk olarak algılayan, düşünsel olarak durağan, tepkisiz bir Çin toplumu ortaya çıktı. Çinli bir Hristiyan olan Yetta Yao da 2017’de şu anki Çin toplumunu özetle tek kavramda “money worshipper” (para tapıcısı) olarak tanımlamaktaydı.
Bu toplum aslında bir bakıma fazilet olan “ne kadar kötü olursa olsun sonuçta babamdır” Konfüçyan prensibinden destek alarak “ne kadar kötü olursa olsun benim yöneticilerim” anlayışının propagandasını yapan ÇKP’ye, içgüdüsel bir karşılıkla Pekin’deki bugünkü Kızıl İmparatorları, geleneksel imparatorların koltuğuna oturtarak, onlara itaati bir fazilet gibi algılayan toplum olmuştur.
Aynı toplum “büyük aileye ait olmadıklarını düşündükleri azınlıklara yapılanlara da arka çıkmakta” ve asimilasyonu kutsal bir görev gibi algılamakta, yeri geldiğinde ÇKP’nin Uygurlar ve diğerlerine uyguladığı vahşeti alkışlamaktadır.
Bu durum bize 1990’larda komünist bloğun çökmesine rağmen Çin’de ve çoğu Konfüçyan olan diğer Asya ülkelerinde neden çökmediği sorusunun da cevabını vermektedir. Çökmedi çünkü geleneksel-kültürel normlar komünizm ile uyuşmaktaydı. Kolektivizm, materyalizm, anti-bireycilik, dünyevilik, profan kültür, yönetici-halk hiyerarşisi, kurumlara ve yöneticilere dinsel tarzda itaat, otoriterlik… en belirgin ortak noktalardır.
Bütün bunlardan sonra Çin’in bize sunacağı “uygarlık”ın ancak yüksek faizli kredi ve ucuz otobandan ibaret olabileceğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Fakat ideolojik saplantı ile bize Çin’i “çağdaş uygarlık” olarak pazarlayanlar, Batı’nın kapitalist emperyalizmine “kutsal savaşlarını” sürdürürken, çok daha vahşi olan bir zamanlar Sovyetlerin, şimdi de Çin’in “kızıl emperyalizmini” görmezden gelmektedirler.
Uygarlık kavramının cumhuriyetin ilk dönemlerinde “arı Türkçe” kampanyalarında çağdışı bulunan “medeniyet” kavramı yerine “Uygur” kelimesinden türetildiğini hatırlamayan bu çevreler, ÇKP ağzıyla halihazırda dünyanın en sinsi ve sistematik soykırımına uğrayan Uygurlara basın önünde “terörist” diyerek de efendilerine selam çakmaktadır.