Yeni Bir Uluslararası Normun Doğuşu : Medeniyetçi Vesayet
Yazının Giriş Tarihi: 03.10.2025 12:02
Yazının Güncellenme Tarihi: 03.10.2025 12:02
Napolyon’un Avrupa’yı sarsan işgallerinin 1815’te Waterloo’da son bulmasıyla, Birleşik Krallık, Avusturya İmparatorluğu, Prusya (daha sonra Almanya), Rusya İmparatorluğu ve 1820’lerden itibaren Fransa’nın katılımıyla “Avrupa Denge Sistemi” adı verilen yeni bir Çok Kutuplu Uluslararası Sistem kuruldu. Bu sistemin temel amacı, Fransız Devrimi’nin (1789) “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ilkeleriyle yaydığı liberal ideallerin ve Napolyon’un saldırganlığının körüklediği milliyetçilik akımlarının karşısında, çok etnisiteli imparatorlukların varlığını ve kıtadaki monarşik düzeni korumaktı.
Diplomasinin ustalıkla kullanıldığı bu çok kutuplu yapı, yaklaşık bir asır boyunca Avrupa’da büyük çaplı savaşların önüne geçmeyi başardı. Ancak sistemin doğası gereği, birden fazla eşdeğer gücün hassas dengesi üzerine kurulmuş olması onu kırılgan ve istikrarsız hale getirebiliyordu. Gizli ittifaklar ve güç blokları bu dengeyi kolaylıkla bozabilir, kıtayı felakete sürükleyebilirdi. Nitekim öyle oldu: 20. yüzyılın başında patlak veren I. Dünya Savaşı ve onu takip eden II. Dünya Savaşı, bu hassas sistemin gizli anlaşmalarla bozulup ittifaklarla çöküşüyle birlikte dünyaya eşi benzeri görülmemiş bir yıkım getirdi.
Bugün dünya, yeniden çok kutuplu bir uluslararası düzene doğru evrilmektedir. Batı bloğunun uzun süre tek başına yön verdiği küresel sistem, artık yerini çeşitlenmiş güç merkezlerine bırakmaktadır. Sovyetler Birliği’nin küllerinden yeniden ayağa kalkan Rusya, eski nüfuz alanlarını geri kazanma çabası içindeyken; Çin, ekonomik gücünün ardından askeri ve siyasi kapasitesini de küresel ölçekte konumlandırarak uluslararası sahnede belirleyici bir aktör haline gelmektedir. Biraz daha geriden gelen fakat istikrarlı adımlarla ilerleyen Hindistan da bu yeni denge oyununda yerini almaya çalışmaktadır. Bunların yanı sıra, yükselen bölgesel güçler farklı coğrafyalarda yeni fay hatları oluşturmakta; dünyanın geri kalanı ise bu karmaşık tablo içinde taraf seçmeye zorlanmaktadır.
Her ne kadar bugünkü dünya düzeni çıkarlar etrafında şekillenen pragmatik denge oyunlarına sahne oluyor gibi görünse de, bu yeni çok kutuplu sistem henüz kendi karakterini ve ideolojik çerçevesini tam anlamıyla ortaya koymuş değildir. Bloklar arası ayrımlar, ne 19. yüzyıldaki Avrupa Denge Sistemi’nde olduğu gibi liberal-milliyetçi devrim karşıtlığına, ne Soğuk Savaş dönemindeki komünist-kapitalist kutuplaşmaya, ne de günümüzde sıkça dile getirilen özgürlükçü-otoriter dünya ayrımına tam olarak oturmaktadır.
Günümüz dünya düzeninde fay hatları, Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezinde öngördüğü —ya da belki de ilan ettiği— medeniyet sınırları boyunca şekillenmektedir. Bu medeniyet blokları henüz tam anlamıyla kurumsallaşmamış olsa da, dikkatli gözlemciler için izleri belirginleşmektedir. Küresel sistem, artık sadece çıkarlar etrafında dönen pragmatik ilişkilerle değil; derin kültürel ve tarihsel aidiyetlerle de biçimlenmektedir.
Batı dünyası, Avrupa Birliği ve NATO aracılığıyla kendi medeniyet bloğunu çoktan oluşturmuş ve sahnede yerini almıştır. Bu bloğun en belirgin özelliği, Yahudi-Hristiyan (Judeo-Christian) kültürel mirasının, modern değerler söylemiyle perdelenmiş olmasıdır. Ancak bu perde, söylemlerin ötesine geçip sahadaki gerçekliklere realist bir bakışla yaklaşıldığında kolaylıkla aralanabilmektedir. Örneğin Batı, Avrupa’da demokrasiyi tahkim ederken neden Mısır’da ya da Ortadoğu’da demokrasi istememektedir? Portekiz ve Bulgaristan ya da Hollanda ve Slovakya gibi birbirinden farklı ülkeler hangi ortak kodlarıyla aynı birlik içinde yer alır? Romanya’nın AB üyeliği için yeterli görülen unsurlar, neden Bosna-Hersek, Arnavutluk ya da Türkiye için geçerli sayılmaz? Bu ve benzeri sorular, Batı’nın medeniyet tanımının jeopolitik değil, kültürel ve tarihsel bir seçicilikle belirlendiğini ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin NATO üyeliği de bu bağlamda giderek daha fazla sorgulanmaktadır. İttifakın kurucu mantığı olan iki kutuplu dünya düzeni sona ermiş olsada, Türkiye’nin üyeliği hâlâ bu eski paradigmanın kalıntısı olarak sürmektedir. Ancak yeni medeniyet ayrışmaları içinde Türkiye, bu yapının içinde aykırı bir unsur olarak görülmekte; müttefiklerinin denizden ve karadan çevreleme politikaları, bu rahatsızlığın sahadaki tezahürleri olarak okunmaktadır. Türkiye’nin NATO içindeki konumu, artık sadece stratejik değil; aynı zamanda medeniyetler arası sınırların görünürleştiği bir kırılma noktası haline gelmiştir.
Rusya’nın Ukrayna üzerinde, Çin’in ise Tayvan üzerinde, Hindistan’ın Keşmir ya da Tibet üzerinde hak iddia etmesi; uluslararası hukukun temel ilkeleri olan egemenlik ve kendi kaderini tayin etme hakkının açıkça ihlali anlamına gelmektedir. Bu tür hak iddiaları, aynı medeniyete mensup olma söylemiyle meşrulaştırılmakta; böylece küresel güç seviyesine ulaşan ya da ulaşma yolunda ilerleyen aktörlerin, kendileriyle aynı medeniyet havzasında yer alan daha zayıf devletler üzerinde doğal bir vesayet hakkı olduğu varsayılmaktadır. Bu eğilim, yeni bir uluslararası normun doğuşuna işaret etmektedir: Medeniyetçi Vesayet. Bu norm, dünyayı çok kutuplu ama aynı zamanda medeniyet temelli bloklara ayıran bir sistemin habercisidir.
Yeni düzende medeniyetler, liderlik rolünü üstlenen merkez aktör etrafında kümelenen çevre devletlerle birlikte şekillenecek; bu bloklar, karakterlerini ortak tarihsel, kültürel ve ahlaki değerlerden alacaktır. Bu yapı, başka medeniyetlerden devletlerin dışlanacağı anlamına gelmez. Ancak bu devletler, sistemin bünyesinde çıkar ilişkine dayalı yabancı unsur olarak kalacakları için, herhangi bir çatışma durumunda savaşın gerçekleşeceği coğrafya olmaktan kurtulamayacaklardır. Yani medeniyetler arası sınır bölgelerinde yer alan bu devletler, büyük güçlerin rekabetinin sahnesi değil, zemini haline gelecektir.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Asım Doğan
Yeni Bir Uluslararası Normun Doğuşu : Medeniyetçi Vesayet
Napolyon’un Avrupa’yı sarsan işgallerinin 1815’te Waterloo’da son bulmasıyla, Birleşik Krallık, Avusturya İmparatorluğu, Prusya (daha sonra Almanya), Rusya İmparatorluğu ve 1820’lerden itibaren Fransa’nın katılımıyla “Avrupa Denge Sistemi” adı verilen yeni bir Çok Kutuplu Uluslararası Sistem kuruldu. Bu sistemin temel amacı, Fransız Devrimi’nin (1789) “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ilkeleriyle yaydığı liberal ideallerin ve Napolyon’un saldırganlığının körüklediği milliyetçilik akımlarının karşısında, çok etnisiteli imparatorlukların varlığını ve kıtadaki monarşik düzeni korumaktı.
Diplomasinin ustalıkla kullanıldığı bu çok kutuplu yapı, yaklaşık bir asır boyunca Avrupa’da büyük çaplı savaşların önüne geçmeyi başardı. Ancak sistemin doğası gereği, birden fazla eşdeğer gücün hassas dengesi üzerine kurulmuş olması onu kırılgan ve istikrarsız hale getirebiliyordu. Gizli ittifaklar ve güç blokları bu dengeyi kolaylıkla bozabilir, kıtayı felakete sürükleyebilirdi. Nitekim öyle oldu: 20. yüzyılın başında patlak veren I. Dünya Savaşı ve onu takip eden II. Dünya Savaşı, bu hassas sistemin gizli anlaşmalarla bozulup ittifaklarla çöküşüyle birlikte dünyaya eşi benzeri görülmemiş bir yıkım getirdi.
Bugün dünya, yeniden çok kutuplu bir uluslararası düzene doğru evrilmektedir. Batı bloğunun uzun süre tek başına yön verdiği küresel sistem, artık yerini çeşitlenmiş güç merkezlerine bırakmaktadır. Sovyetler Birliği’nin küllerinden yeniden ayağa kalkan Rusya, eski nüfuz alanlarını geri kazanma çabası içindeyken; Çin, ekonomik gücünün ardından askeri ve siyasi kapasitesini de küresel ölçekte konumlandırarak uluslararası sahnede belirleyici bir aktör haline gelmektedir. Biraz daha geriden gelen fakat istikrarlı adımlarla ilerleyen Hindistan da bu yeni denge oyununda yerini almaya çalışmaktadır. Bunların yanı sıra, yükselen bölgesel güçler farklı coğrafyalarda yeni fay hatları oluşturmakta; dünyanın geri kalanı ise bu karmaşık tablo içinde taraf seçmeye zorlanmaktadır.
Her ne kadar bugünkü dünya düzeni çıkarlar etrafında şekillenen pragmatik denge oyunlarına sahne oluyor gibi görünse de, bu yeni çok kutuplu sistem henüz kendi karakterini ve ideolojik çerçevesini tam anlamıyla ortaya koymuş değildir. Bloklar arası ayrımlar, ne 19. yüzyıldaki Avrupa Denge Sistemi’nde olduğu gibi liberal-milliyetçi devrim karşıtlığına, ne Soğuk Savaş dönemindeki komünist-kapitalist kutuplaşmaya, ne de günümüzde sıkça dile getirilen özgürlükçü-otoriter dünya ayrımına tam olarak oturmaktadır.
Günümüz dünya düzeninde fay hatları, Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezinde öngördüğü —ya da belki de ilan ettiği— medeniyet sınırları boyunca şekillenmektedir. Bu medeniyet blokları henüz tam anlamıyla kurumsallaşmamış olsa da, dikkatli gözlemciler için izleri belirginleşmektedir. Küresel sistem, artık sadece çıkarlar etrafında dönen pragmatik ilişkilerle değil; derin kültürel ve tarihsel aidiyetlerle de biçimlenmektedir.
Batı dünyası, Avrupa Birliği ve NATO aracılığıyla kendi medeniyet bloğunu çoktan oluşturmuş ve sahnede yerini almıştır. Bu bloğun en belirgin özelliği, Yahudi-Hristiyan (Judeo-Christian) kültürel mirasının, modern değerler söylemiyle perdelenmiş olmasıdır. Ancak bu perde, söylemlerin ötesine geçip sahadaki gerçekliklere realist bir bakışla yaklaşıldığında kolaylıkla aralanabilmektedir. Örneğin Batı, Avrupa’da demokrasiyi tahkim ederken neden Mısır’da ya da Ortadoğu’da demokrasi istememektedir? Portekiz ve Bulgaristan ya da Hollanda ve Slovakya gibi birbirinden farklı ülkeler hangi ortak kodlarıyla aynı birlik içinde yer alır? Romanya’nın AB üyeliği için yeterli görülen unsurlar, neden Bosna-Hersek, Arnavutluk ya da Türkiye için geçerli sayılmaz? Bu ve benzeri sorular, Batı’nın medeniyet tanımının jeopolitik değil, kültürel ve tarihsel bir seçicilikle belirlendiğini ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin NATO üyeliği de bu bağlamda giderek daha fazla sorgulanmaktadır. İttifakın kurucu mantığı olan iki kutuplu dünya düzeni sona ermiş olsa da, Türkiye’nin üyeliği hâlâ bu eski paradigmanın kalıntısı olarak sürmektedir. Ancak yeni medeniyet ayrışmaları içinde Türkiye, bu yapının içinde aykırı bir unsur olarak görülmekte; müttefiklerinin denizden ve karadan çevreleme politikaları, bu rahatsızlığın sahadaki tezahürleri olarak okunmaktadır. Türkiye’nin NATO içindeki konumu, artık sadece stratejik değil; aynı zamanda medeniyetler arası sınırların görünürleştiği bir kırılma noktası haline gelmiştir.
Rusya’nın Ukrayna üzerinde, Çin’in ise Tayvan üzerinde, Hindistan’ın Keşmir ya da Tibet üzerinde hak iddia etmesi; uluslararası hukukun temel ilkeleri olan egemenlik ve kendi kaderini tayin etme hakkının açıkça ihlali anlamına gelmektedir. Bu tür hak iddiaları, aynı medeniyete mensup olma söylemiyle meşrulaştırılmakta; böylece küresel güç seviyesine ulaşan ya da ulaşma yolunda ilerleyen aktörlerin, kendileriyle aynı medeniyet havzasında yer alan daha zayıf devletler üzerinde doğal bir vesayet hakkı olduğu varsayılmaktadır. Bu eğilim, yeni bir uluslararası normun doğuşuna işaret etmektedir: Medeniyetçi Vesayet. Bu norm, dünyayı çok kutuplu ama aynı zamanda medeniyet temelli bloklara ayıran bir sistemin habercisidir.
Yeni düzende medeniyetler, liderlik rolünü üstlenen merkez aktör etrafında kümelenen çevre devletlerle birlikte şekillenecek; bu bloklar, karakterlerini ortak tarihsel, kültürel ve ahlaki değerlerden alacaktır. Bu yapı, başka medeniyetlerden devletlerin dışlanacağı anlamına gelmez. Ancak bu devletler, sistemin bünyesinde çıkar ilişkine dayalı yabancı unsur olarak kalacakları için, herhangi bir çatışma durumunda savaşın gerçekleşeceği coğrafya olmaktan kurtulamayacaklardır. Yani medeniyetler arası sınır bölgelerinde yer alan bu devletler, büyük güçlerin rekabetinin sahnesi değil, zemini haline gelecektir.