Demirtaş’ın Yeni Paradigması ve Türkiye’nin Demokratik Eşiği
Yazının Giriş Tarihi: 02.11.2025 11:15
Yazının Güncellenme Tarihi: 02.11.2025 11:15
Kasım 2016…
Bir KHK kararnamesiyle binlerce insan gibi ben de işimden edildim. Aynı günlerde, Kürt halkının iradesini temsil eden HDP’nin yöneticilerine ve eş başkanlarına da operasyonlar düzenleniyordu. Bunlardan biri olan Selahattin Demirtaş, özgürlüğünden mahrum bırakılarak Edirne Cezaevi’ne götürüldü. O gün, aslında bir dönemin kapanışı, ama aynı zamanda yeni bir dönemin sancılı doğumuydu.
Aradan on yıl geçti. Bu on yıl, sadece kişisel bir kayıp ya da siyasal bir tutukluluk dönemi değil; Türkiye’nin demokrasi sınavının en açık göstergesi oldu.
2010’larda devletin derin katmanlarında yaşanan güç savaşları Cemaat ve Ergenekon arasında yürütülen çatışma Türkiye’nin bürokrasisini, yargısını ve güvenlik aygıtlarını yeniden biçimlendirdi. Bu savaşın en ağır faturası ise her zamanki gibi Kürt siyasal hareketine kesildi. “Terörle mücadele” adı altında yürütülen her hamle, aslında demokratik siyaseti tasfiye etmenin aracı hâline geldi.
2013’te başlayan çözüm süreci, 2016’da bitirilmekle kalmadı; toplumsal barış umudu da yerle bir edildi.
Kürt siyaseti, o dönemde bu kırılmayı doğru okuyamadı; devletin farklı klikleri arasındaki çatışmanın nasıl bir tasfiye sürecine dönüştüğünü yeterince göremedi. Bugün o yıllara dönüp bakınca, yapılmayan özeleştirinin bedelinin ne kadar ağır olduğunu hepimiz görüyoruz.
Tam da bu nedenle, Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden kaleme aldığı “yeni paradigma” yazısı büyük bir önem taşıyor.
Demirtaş bu yazıda, geçmişteki yanlış okumaları ve özeleştiri eksikliğini hatırlatarak, aynı hataların bir kez daha tekrarlanmaması gerektiğini vurguluyor. Yazı, yalnızca bir değerlendirme değil; bir çağrı, bir yön tayini niteliğinde.
Tıpkı geçmişte PKK’nin silah bırakma niyetiyle süreci açtığı tarihsel dönemde olduğu gibi, Demirtaş da siyasal alanda barışa ve demokratik siyasete yeni bir kapı aralıyor.
Onun satırları, dört duvar arasında bir “boyun eğme” değil; tam tersine, insan onurunu ve barışı savunmanın bir biçimi.
Yazı aynı zamanda Sayın Öcalan’ın yıllardır geliştirdiği demokratik çözüm paradigmasının bir devamı niteliğinde. Yani mesele bir kişi ya da parti meselesi değil; insanca yaşamanın, farklı kimliklerin bir arada var olabilmesinin zemini üzerine yeniden düşünme çağrısıdır.
Elbette eleştiriler var. Ama bu eleştirilerin önemli bir kısmı, bu ülkenin tarihsel terazisini, devlet içi dengeleri ve halkların ortak kaderini doğru okuyamayanlardan geliyor.
Oysa barış, bu coğrafyada en çok ihtiyaç duyulan ama en zor sahiplenilen kelimedir. Barış istemek, yalnızca politik bir talep değil; ahlaki bir duruştur.
Ben de 29 Ekim 2016’da KHK ile işimden atıldığımda, aynı sabah Kürt halkının temsilcilerinin de esarete alınmak istendiğini gördüm.
O günden bugüne geçen on yılda ne Selahattin Demirtaş’ın ne Figen Yüksekdağ’ın, 30 yıldır DGM’lerin hukuksuzluğunda tutuklananların sesi sustu, ne de barışa inananların iradesi kırıldı. Bu on yıl, hepimiz için bir sabır, direniş ve yeniden inşa dönemi oldu.
Ve şimdi, tam da bu noktada, şunu görmek gerekiyor: Demirtaş’ın kaleme aldığı yazı, Türkiye’nin demokratik geleceği açısından da bir turnusol işlevi görüyor. Cezaevi duvarları arasında bile barıştan, eşitlikten ve diyalogdan söz edebilmek; siyasal alanın nerede tıkandığını ve kimin gerçekten çözüm istediğini gösteriyor.
Bugün ihtiyaç duyulan şey, bu çağrının içini boş sloganlarla değil, cesur bir yüzleşme ve adil bir siyasal düzen iradesiyle doldurabilmektir.
Çünkü bu ülkenin geleceği, “kim kazandı” sorusuna değil, “barışın bir kez daha mümkün olup olmadığı” sorusuna verilecek cevapta gizlidir.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Şiyar Kaymaz
Demirtaş’ın Yeni Paradigması ve Türkiye’nin Demokratik Eşiği
Kasım 2016…
Bir KHK kararnamesiyle binlerce insan gibi ben de işimden edildim. Aynı günlerde, Kürt halkının iradesini temsil eden HDP’nin yöneticilerine ve eş başkanlarına da operasyonlar düzenleniyordu. Bunlardan biri olan Selahattin Demirtaş, özgürlüğünden mahrum bırakılarak Edirne Cezaevi’ne götürüldü. O gün, aslında bir dönemin kapanışı, ama aynı zamanda yeni bir dönemin sancılı doğumuydu.
Aradan on yıl geçti. Bu on yıl, sadece kişisel bir kayıp ya da siyasal bir tutukluluk dönemi değil; Türkiye’nin demokrasi sınavının en açık göstergesi oldu.
2010’larda devletin derin katmanlarında yaşanan güç savaşları Cemaat ve Ergenekon arasında yürütülen çatışma Türkiye’nin bürokrasisini, yargısını ve güvenlik aygıtlarını yeniden biçimlendirdi. Bu savaşın en ağır faturası ise her zamanki gibi Kürt siyasal hareketine kesildi. “Terörle mücadele” adı altında yürütülen her hamle, aslında demokratik siyaseti tasfiye etmenin aracı hâline geldi.
2013’te başlayan çözüm süreci, 2016’da bitirilmekle kalmadı; toplumsal barış umudu da yerle bir edildi.
Kürt siyaseti, o dönemde bu kırılmayı doğru okuyamadı; devletin farklı klikleri arasındaki çatışmanın nasıl bir tasfiye sürecine dönüştüğünü yeterince göremedi. Bugün o yıllara dönüp bakınca, yapılmayan özeleştirinin bedelinin ne kadar ağır olduğunu hepimiz görüyoruz.
Tam da bu nedenle, Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden kaleme aldığı “yeni paradigma” yazısı büyük bir önem taşıyor.
Demirtaş bu yazıda, geçmişteki yanlış okumaları ve özeleştiri eksikliğini hatırlatarak, aynı hataların bir kez daha tekrarlanmaması gerektiğini vurguluyor. Yazı, yalnızca bir değerlendirme değil; bir çağrı, bir yön tayini niteliğinde.
Tıpkı geçmişte PKK’nin silah bırakma niyetiyle süreci açtığı tarihsel dönemde olduğu gibi, Demirtaş da siyasal alanda barışa ve demokratik siyasete yeni bir kapı aralıyor.
Onun satırları, dört duvar arasında bir “boyun eğme” değil; tam tersine, insan onurunu ve barışı savunmanın bir biçimi.
Yazı aynı zamanda Sayın Öcalan’ın yıllardır geliştirdiği demokratik çözüm paradigmasının bir devamı niteliğinde. Yani mesele bir kişi ya da parti meselesi değil; insanca yaşamanın, farklı kimliklerin bir arada var olabilmesinin zemini üzerine yeniden düşünme çağrısıdır.
Elbette eleştiriler var. Ama bu eleştirilerin önemli bir kısmı, bu ülkenin tarihsel terazisini, devlet içi dengeleri ve halkların ortak kaderini doğru okuyamayanlardan geliyor.
Oysa barış, bu coğrafyada en çok ihtiyaç duyulan ama en zor sahiplenilen kelimedir. Barış istemek, yalnızca politik bir talep değil; ahlaki bir duruştur.
Ben de 29 Ekim 2016’da KHK ile işimden atıldığımda, aynı sabah Kürt halkının temsilcilerinin de esarete alınmak istendiğini gördüm.
O günden bugüne geçen on yılda ne Selahattin Demirtaş’ın ne Figen Yüksekdağ’ın, 30 yıldır DGM’lerin hukuksuzluğunda tutuklananların sesi sustu, ne de barışa inananların iradesi kırıldı.
Bu on yıl, hepimiz için bir sabır, direniş ve yeniden inşa dönemi oldu.
Ve şimdi, tam da bu noktada, şunu görmek gerekiyor:
Demirtaş’ın kaleme aldığı yazı, Türkiye’nin demokratik geleceği açısından da bir turnusol işlevi görüyor. Cezaevi duvarları arasında bile barıştan, eşitlikten ve diyalogdan söz edebilmek; siyasal alanın nerede tıkandığını ve kimin gerçekten çözüm istediğini gösteriyor.
Bugün ihtiyaç duyulan şey, bu çağrının içini boş sloganlarla değil, cesur bir yüzleşme ve adil bir siyasal düzen iradesiyle doldurabilmektir.
Çünkü bu ülkenin geleceği, “kim kazandı” sorusuna değil, “barışın bir kez daha mümkün olup olmadığı” sorusuna verilecek cevapta gizlidir.