SON DAKİKA

Çin’in ekonomik kalkınması otoriterliğin başarısı mı?

Yazının Giriş Tarihi: 20.09.2025 15:01
Yazının Güncellenme Tarihi: 20.09.2025 15:01

Bu soruyu sağlıklı cevaplayabilmek için Çin yakın tarihine göz atmak lazım.

Çin rejimi meşruiyetini halkının hür iradesinden almadığı için devasa bütçeli propaganda makinesini kullanarak meşruiyet üretegelmiştir. İlk dönemlerinde Mao’nun şahıs kültünden ve “ülkeyi kurtardık!” argümanından meşruiyet üreten rejim, Mao’nun ölümünden sonra yeni argüman bulmak zorunda kalmıştı.

Mao öldüğünde Çin, Büyük İleri Atılım (1958-61) ve Kültür Devrimi (1966-76) politikaları sonucu ekonomik ve toplumsal çöküş yaşıyordu. Mao’nun şahsi iktidar mücadelesi ve ideolojik saplantı ile yürüttüğü politikalar sonucunda 1958-62 yılları arasında insanlık tarihinin en büyük kıtlıklarından biri olan Büyük Çin Kıtlığı yaşanmış, en az 15 milyon kimi rakamlara göre de 55 milyon insan ölmüştü. Bu dönemde birçok aile, komşuları ile çocuklarını takas ederek birbirinin çocuklarını yiyerek hayatta kalma gibi acı olaylar yaşamıştı.

Kültür Devrimi’nde ise kıtlıktan sonra parti içinde kendisine muhalefetin büyüdüğünü gören Mao gençleri sokaklara dökmüştü. “Kızıl Muhafızlar” adı verilen çoğu çocuk bu gruplar Mao’nun devrimci ideolojisini yaymak, “eski” kültürel değerleri ve “burjuva unsurları ortadan kaldırmak” amacıyla örgütlenmiş, birçok şüphe duydukları eğitimli insanı öldürmüş, Konfüçyüs’ün mezarı dahil eskiye ait ne buldularsa yakıp yıkmışlardı. Bu olaylar sonucu da net rakam bilinmemekle beraber milyonlarca insan ölmüştü. Mao ülkesini kendi ideoloji laboratuvarında kobay gibi kullanmış, mahvetmek üzere iken ölmüştü. Kimi kaynaklara göre iktidarı boyunca politikaları sonucu 80 milyon insan hayatını kaybetmişti.

Mao’nun ardından Deng Xiaoping liderliğinde yeni gelen yönetim katı ideolojiden tavizler vererek ülkeyi dış dünyaya açtı. İnsanların geçimlerini sağlaması için çalışmasına, devlet eliyle yatırıma, yabancı sermayenin girişine izin vermek zorunda kaldı. Esasen başka çaresi de yoktu çünkü halkın kaybedecek çok şeyi kalmamıştı.

Deng Xiaoping’in pragmatizmi onun meşhur sözüyle özetlenmişti:
“Kedinin siyah ya da beyaz olması önemli değil; yeter ki fareyi yakalasın.”

Parti tek politik güç olarak kalmış ama ekonomideki tekelinden taviz vermişti. Yine de kilit sektörler – finans, enerji, hammadde gibi önemli girdiler – partinin tekelinde tutulmuş, ülke yarı kapitalist karma bir ekonomik modele dönmüştü.

Deng’den sonra Jiang Zemin ve Hu Jintao dönemlerinde de Reform ve Açılım Politikaları devam ettirildi. Açlık sınırının altındaki devasa nüfus ve geniş kaynaklar ile birleşen bu pragmatik adımlar Çin’e yatırım çekti. 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olunmasıyla Çin, baş döndürücü bir ivme ile gelişerek Dünyanın ikinci büyük ekonomisi durumuna yükseldi. İhracat girdileri ve canlı ekonomi, devletin dev altyapı projelerine on yıllarca ciddi kaynak aktarması ile birbirini besleyen bir döngü oluşturdu.

Parti aslında pragmatik olarak tarihi akış içinde bazı ekonomik alanlarda taviz vermek zorunda kalsa da birçok alanda kontrol takıntısını devam ettirdi. Bu bir ekonomik strateji değildi; ardında tutarlı bir felsefe yoktu. Parti, yabancı yatırımı çekmek için gerekli esnekliği sağladı, zengin bir zümrenin yükselmesine, Çin halkının dünya ile iletişime geçmesine bir süre kayıtsız kaldı.

Bu süre zarfında, Mao dönemindeki gecikmiş ekonomik gelişme, parti tarafından kendi başarısı gibi sunuldu. Çin halkı nezdinde rejimi meşrulaştırma aracı yapıldı. Dünyaya ise “Washington Konsensüsü”ne atıfla “Beijing Konsensüsü” veya “Çin Modeli” adıyla özellikle az gelişmiş ülkelere bir kalkınma modeli olarak lanse edildi.

Bugün Türkiye de dahil birçok ülkede, kimileri ideolojik yakınlıktan, kimileri de işin aslını bilmediğinden, Çin’in kalkınmasını partinin başarısı olarak lanse etmektedir. Oysa Çin Modeli’ni uygulayarak henüz bir yere varan bir ülke olmamıştır. Çünkü bu model, Çin’e has bir tarihsel akışın ürünüdür; Sovyetler’in yıkılması ile belirginleşen “yıkılma korkusunun” ürettiği meşruiyet refleksidir. Başka ülkelerde uygulanabilecek bir reçete değildir.

Çin’in kalkınmasının asıl lokomotifi, devasa bir ülkede açlık sınırı altında yaşamış ucuz işgücü olmuştur. Dolayısıyla, Çin’in ekonomik kalkınması otoriter mantığın başarısı değil, ondan verilen tavizlerin sonucudur.

Bu durumda asıl soru belki de şöyle olmalıydı:

– Hemen yanı başında çok daha sınırlı kaynaklarla ve demokratik yönetimlerle erkenden modernleşip dünya devleri arasına giren Japonya, Güney Kore, Tayvan, Singapur hatta Hongkong gibi; Çin de İkinci Dünya Savaşı’ndan Mao ve komünizm ile değil, demokratik bir ülke olarak çıksaydı nasıl olurdu?

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar (0)
Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.