Türkiye, uzun ve sancılı bir tarihsel dönemin ardından, yeniden barış ihtimalinin konuşulduğu bir süreçten geçiyor. Elbette bu süreç kırılgan; yol kazaları yaşanma ihtimali yüksek. Ancak tüm zorluklara rağmen, Türkiye’nin kendi barışını inşa edebileceği bir hat üzerinde ilerlediğini görmek mümkün.
Yarım asrı aşan bir çatışma, sadece taraflarını değil, bütün toplumu zehirledi. Bu zehrin izlerini görmek için resmi raporlara ya da akademik çalışmalara gerek yok; ülkenin herhangi bir coğrafyasında kısa bir yolculuk yapmak bile yeterlidir.
Doğu ve Güneydoğu’da yakılıp boşaltılan köyler, tanklarla yıkılan şehirler, zorunlu göç yollarına düşen binlerce insan… O topraklarda yalnızca evler değil, hayatlar ve gelecek hayalleri de yıkıldı.
Karadeniz ve İç Anadolu’da yol kenarlarında karşımıza çıkan asker anıtları, çatışmalarda hayatını kaybeden gençlerin hatırasını taşır. Bu anıtlar, çatışmanın coğrafyalar arasında ayrım gözetmeden herkese dokunduğunu hatırlatır.
Ege ve Akdeniz’de, zorunlu göçün kentsel dönüşümle birleşen hikâyelerine rastlarsınız. Kendi topraklarından koparılan insanlar, yeni şehirlerin görünmez duvarları arasında bir kez daha göçmenleşir.
Marmara’da ise faili meçhul cinayetlerin hayaletleri hâlâ dolaşır. O yılların karanlığı, adalet arayışının dinmeyen çığlığı olarak toplumsal hafızada yaşamaya devam eder.
Bütün bu acıların gösterdiği şey açıktır: Barış, yalnızca savaşın bitmesi değildir. Barış, adaletin tesis edilmesiyle kalıcı hale gelir. Adalet ise hakikatin açığa çıkarılması, toplumun kendi geçmişiyle yüzleşmesiyle mümkündür. Hakikati görmeden, yaraları sarmadan, toplumsal barışı yeniden inşa etmek mümkün değildir.
Bugün önümüzde iki yol var: Ya geçmişin yükünü görmezden gelip kırılgan bir sessizliği “barış” diye adlandıracağız, ya da cesur bir yüzleşmeyle kalıcı, onarıcı ve dönüştürücü bir barış inşa edeceğiz.
Barış süreci yalnızca devletlerin, hükümetlerin ya da silahlı aktörlerin meselesi değildir. Barış aynı zamanda sivil toplumun, akademinin, basının, sanatın ve her bireyin sorumluluğudur. Çatışmanın mağdurlarını görünür kılmak, hikâyelerini duymak, kayıpların yasını tutmak ve adalet talebini yükseltmek, toplumun ortak görevidir. Çünkü barış, yukarıdan verilen bir “armağan” değil; aşağıdan yukarıya, toplumun ortak iradesiyle inşa edilen bir süreçtir.
Türkiye’nin önünde tarihi bir fırsat var. Bu fırsatın kalıcı bir barışa dönüşebilmesi için yapılması gereken şey açıktır: Geçmişle dürüstçe yüzleşmek. Çünkü yüzleşme, acıların inkârını değil, hakikatin kabulünü; düşmanlığın yeniden üretilmesini değil, ortak bir geleceğin kurulmasını mümkün kılar.
Şunu not edelim: Yüzleşme olmadan adalet, adalet olmadan da kalıcı barış olmaz.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Şiyar Kaymaz
Yüzleşme: Barışın Teminatı
Türkiye, uzun ve sancılı bir tarihsel dönemin ardından, yeniden barış ihtimalinin konuşulduğu bir süreçten geçiyor. Elbette bu süreç kırılgan; yol kazaları yaşanma ihtimali yüksek. Ancak tüm zorluklara rağmen, Türkiye’nin kendi barışını inşa edebileceği bir hat üzerinde ilerlediğini görmek mümkün.
Yarım asrı aşan bir çatışma, sadece taraflarını değil, bütün toplumu zehirledi. Bu zehrin izlerini görmek için resmi raporlara ya da akademik çalışmalara gerek yok; ülkenin herhangi bir coğrafyasında kısa bir yolculuk yapmak bile yeterlidir.
Doğu ve Güneydoğu’da yakılıp boşaltılan köyler, tanklarla yıkılan şehirler, zorunlu göç yollarına düşen binlerce insan… O topraklarda yalnızca evler değil, hayatlar ve gelecek hayalleri de yıkıldı.
Karadeniz ve İç Anadolu’da yol kenarlarında karşımıza çıkan asker anıtları, çatışmalarda hayatını kaybeden gençlerin hatırasını taşır. Bu anıtlar, çatışmanın coğrafyalar arasında ayrım gözetmeden herkese dokunduğunu hatırlatır.
Ege ve Akdeniz’de, zorunlu göçün kentsel dönüşümle birleşen hikâyelerine rastlarsınız. Kendi topraklarından koparılan insanlar, yeni şehirlerin görünmez duvarları arasında bir kez daha göçmenleşir.
Marmara’da ise faili meçhul cinayetlerin hayaletleri hâlâ dolaşır. O yılların karanlığı, adalet arayışının dinmeyen çığlığı olarak toplumsal hafızada yaşamaya devam eder.
Bütün bu acıların gösterdiği şey açıktır: Barış, yalnızca savaşın bitmesi değildir. Barış, adaletin tesis edilmesiyle kalıcı hale gelir. Adalet ise hakikatin açığa çıkarılması, toplumun kendi geçmişiyle yüzleşmesiyle mümkündür. Hakikati görmeden, yaraları sarmadan, toplumsal barışı yeniden inşa etmek mümkün değildir.
Bugün önümüzde iki yol var: Ya geçmişin yükünü görmezden gelip kırılgan bir sessizliği “barış” diye adlandıracağız, ya da cesur bir yüzleşmeyle kalıcı, onarıcı ve dönüştürücü bir barış inşa edeceğiz.
Barış süreci yalnızca devletlerin, hükümetlerin ya da silahlı aktörlerin meselesi değildir. Barış aynı zamanda sivil toplumun, akademinin, basının, sanatın ve her bireyin sorumluluğudur. Çatışmanın mağdurlarını görünür kılmak, hikâyelerini duymak, kayıpların yasını tutmak ve adalet talebini yükseltmek, toplumun ortak görevidir. Çünkü barış, yukarıdan verilen bir “armağan” değil; aşağıdan yukarıya, toplumun ortak iradesiyle inşa edilen bir süreçtir.
Türkiye’nin önünde tarihi bir fırsat var. Bu fırsatın kalıcı bir barışa dönüşebilmesi için yapılması gereken şey açıktır: Geçmişle dürüstçe yüzleşmek. Çünkü yüzleşme, acıların inkârını değil, hakikatin kabulünü; düşmanlığın yeniden üretilmesini değil, ortak bir geleceğin kurulmasını mümkün kılar.
Şunu not edelim: Yüzleşme olmadan adalet, adalet olmadan da kalıcı barış olmaz.